15 Mart 2011 Salı

Dünya Varmış !



Nihayet bloglara konan erişim yasağı kaldırıldı.

Ben de şu yılan hikayesine dönen Tahran gezimi anlatıp bitirebileceğim yakında.

7 Mart 2011 Pazartesi

Ne İş???

Senegal dünyanın en fakir ülkelerinden. Kişi başına $1700 düşüyor. Millet fakirlikten açlıktan kırılıyor. Daha önceki postlarımda belirttiğim gibi, ülkede bir demokrasi var ama büyük ölçüde lafta kalıyor.

Bütün bunlara rağmen Senegal'de youtube da açık blogspot da. İnternette yasak yoktu benim görebildiğim kadarıyla.

Buna karşılık, habire dünyanın 17. veya 16. büyük ekonomisi olmakla övünen Türkiye'de bir sürü sayfa ve site yasaklı.

Bu antik beyinliler yüzünden ktunnel ve vtunnel Türkler'in en çok ziyaret ettiği sayfalar haline geldi.

Bu ülkede internet konusunda karar verici ve uygulayıcı konumunda olanlar yuhalanmayı sonuna kadar hak ediyor.

Zeka Problemi

Türkiye'deki kimi zeka özürlüler yüzünden bloga erişemiyorum. Blogspot'a erişim yasağı kaldırılana kadar "yallah tayzik" demekten başka yapacak birşey yok.

1 Mart 2011 Salı

Tehran 3

Pehlivan tefrikasına dönen İran ziyareti yazıma kaldığım yerden devam ediyorum.

Esenboğa'da Vip Salonunda, kenarda oturmuş beklerken sıkıldım, biraz ortalıkta dolaşayım dedim. Ellerim ceplerimde öylece dolaşırken, bir anda bir hareketlenme oldu.

Koyu renk takım elbiseli birtakım adamlar carı carı (Kayseri ağzında hızlı hızlı, acele acele) adımlarla pistten gelip salona daldılar. Ben de haliyle kimdir bunlar diye bakmaya başladım.

Sonra bu öncü kuvvetleri müteakiben içeri daha bir oturaklı bir adam girdi ama -oturaklı olduğu için- hızlı hızlı yürümüyordu. Belki de adam hızlı yürümediği için oturaklıydı. Bilemiyorum.

Fakat bu sonradan giriş yapan şahsiyet acayip şekilde tanıdık geldi. Öyle karşı komşu filan gibi değil; ama işte aşinalık var. Kimdi bu yahu filan derken adam kafasını sağa sola çevirdi ve zınk diye beni gördü. Görür görmez de başıyla selam verdi. Ben de selamı aldım; vatandaş yine aynı vakur adımlarla havaalanından çıktı ve kendisini bekleyen makam arabasına binip gitti.

Sonra yanıma havaalanının güvenliğinden sorumlu tip geldi. Zaten o noktaya kadar adamla check-in ve bavullar meselesi dolayısıyla haddinden fazla muhatap olduğum için bir samimiyet tesis edilmişti. Sanırım bu samimiyete güvenen güvenlikçi de -güvenen güvenlikçi ne komik oldu- gelip bana bilgi vermek ihtiyacı hissetti.

Meğer o vakur ve ağır eleman hayvancılık bakanı imiş. Hele tanıdık geliyordu. Gerçi tarım filan gibi işlerle meşgul olan birisi değilimdir ama televizyondna filan herhalde gözüm ısırdı.

Neyse bu önemsiz macerayı anlattım; şimdi sıra iran havayolları ile tahran yolculuğunu anlatmakta ama işim olduğu için gelecek sefere.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Tehran 2

Madem EİT/ECO denen salak örgüte sövmeyi bitirdim, ve aynı zamanda örgütü tanıtma işini de aradan çıkardım, artık Tahran gezimi anlatmaya başlayabilirim.

Elbette her gezi, geziye başlamadan önce başlar. Yani zihinde. Hayatımda Elazığ'dan doğuya gitmiş biri değildim. O nedenle biraz coğrafi olarak Doğu'ya gidecek olmanın hazırlığını yaparak başladım.

Sonra da tabii dil. Farsça güzel bir dil. Konuşamıyorum ama İranlılar'ın konuşmalarından ve Osmanlıca derslerinden bu dilin hem kulağa hoş geldiği, hem de kullanışlı, işlek ve zengin olduğu sonucunu çıkartmıştım.

Havaalanına gittim. Tabii başkanla seyahat edecek olmanın getirdiği bir yan kazanç -added benefit- olarak vip salonunu kullanacaktım. Hayatımda daha önce vip salonuna girmediğim için biraz meraklıydım. Eh bir de elimde başkanın da bavulları olunca hayli tuhaf bir görüntü oluşturdum. Elinde ağır bir el bavulu, iki adet takım elbise çantası/askısı ve bir orta boylu bavul olan ve bunları zar zor taşıyan herkes vip'te tuhaf kaçar. Eh, bavulunu bana taşıtanlar düşünsün.

Bu şekilde vip salonuna geldim, ama salondaki dinlenme odalarına gidemedim çünkü bizim başkan biraz rüzgar gibi geçti kıvamındadır. Pat diye içeri girer, seni göremezse ortalıkta, sen kaybedersin. Öyle kızıp bağırıp çağıracağından değil; kendi hızla uçağa doğru harekete geçer, sen ortada kalırsın nereye gitti diye. Bu nedenle vipteki güzel dinlenme salonları yerine giriş holünde duvar dibindeki oturacak yerlere çömeldim alaturka tarz (alaturka tuvalette sıçma pozisyonu).

Bu sırada da vip salonuna gelen giden tipleri seyretmeye başladım. Vip deyince insan bakan milletvekili filan gibi kelli felli adamlar bekliyor. Ama vipe gelenler arasında genç kızlar, moruk tipler, küçük çocuklar, kokonalar filan vardı benim gördüğüm. Sonra da düşündüm, adam büyükelçiyse çok normaldir ki bir kokoş karısı olacak, hele emekliyse yeme de yanında yat. Eh, devletimiz ne de olsa memur devleti.

Bu tip alakasız insanların sırtını devlete dayamak suretiyle bir şekilde elde ettiği avantayı kaptırmamak için her türlü taklayı atmaktan kaçınmadığı "güzel ve yalnız ülkem"in Esenboğa Havalimanın'da bulunan vip salonunda bir anda bir hareketlenme oldu.

Ama ben sizlere vip salonunun ne işe yaradığını anlatmadım ki. Önce onu anlatmalıyım ki, o sıkıcı salonda neden beklediğimi/bekletildiğimi, bir sürü kokonanın, kadayıf olmuş memur eskisinin ve bunların beyaz sülbünün neden vipten geçmek için yırtındıklarını, bunu bir ego meselesi yaptıklarını anlayabilesiniz.

Normalde uçağa binmeden önce check-in yaptırıyorsunuz. Bunun için zaman zaman sıraya girmek icap ediyor, zira havaalanları bir tek size hizmet vermiyor. Genelde havaalanlarında aynı anda binlerce insan oluyor, if not tens of thousands. Bu kadar adamın bir kısmı da aynı havayolunu kullanınca, check-in için ister istemez bir sıra oluyor.

Check-in sonrasında uçağa binmek için hareket ediyorsunuz. Hele hele yurtdışına gidecekseniz paaport kontrolünden geçmeniz gerekir ki, takdir edersiniz, bu da yeni bir kuyruk demek.

Sonra da uçağa biniş saatine kadar bir süre bekleme salonunda bekliyorsunuz.

Bütün bunlar hakikaten yorucu ve sinir bozucu olabiliyor. İşinizi gücünüzü bırakıp bilmem kaç saat önce havaalanına gidiyorsunuz, her türlü işleminiz bittikten sonra da sıkışık salonlarda bekleyip duruyorsunuz.

İşte bu vip olayında, check-in vs gibi işler için sıra yok. Uçağa binmek için 3 saat önceden havaalanına gelmek de yok. Yarım saat önce teşrif etmek kafi. Zaten vipseniz taşaklı bir adam olduğunuz varsayılıp işleriniz kolaylaştırılıyor, biri bagajınızı alıyor öbürü check-in için size yanaşıyor, zaten vip için ayrı araç var, salon desen kahve çay ibadullah. Koltuklar rahat.

Ortam öyle süper ki, cumhurbaşkanının emrine tahsis edilmiş bir salon bile var vipte. Yani sadece kendisi ve konukları burayı kullanabiliyor.

İşte benim gibi yancı olarak vipe gelenler de wtf diyip sağa sola bakıyor.

Neyse, vip salonunda meydana gelen hareketlenmeyi anlatacağım ama gitmem gerek. Gelecek sefere inşallah, dinimiz yarabbim amin.

25 Şubat 2011 Cuma

Tehran


Senegal'den avdetimin üzerinden bir ay geçmişti ki, başkan ile İran'ın başkenti Tahran'a gitmemiz gerekti.

Tahran'a gidiş nedenimiz, Türkçe adı Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ya da Örgütü, İngilizce adı ise Economic Cooperation Organization olan, Türkçe'de EİT, ecnebi dillerde ECO diye kısaltılan uluslararası organizasyon ile benim çalıştığım kurum arasında bir mutabakat zaptı imzalanacak olması idi.

Daha fazla açıklamada bulunmadan önce, bu ECO nedir onu açıklamak lazım.

ECO, 1985 yılında Türkiye, İran, Afganistan ve Pakistan tarafından kurulan, daha sonra Orta Asya'daki cumhuriyetlerin bağımsız olmasıyla beraber onların da üyeleri arasına katıldığı bir uluslararası kuruluş. Merkezi Tahran. Üye profiline baktığınızda über-lüzumsuz, süper-ense, hiper-hayırsız, mega-boktan ve ultra-kıçıkırık bir olayı olduğu zaten bir çırpıda anlaşılıyor. En büyük, abi rolündeki üyesi Türkiye ve İran olan bir organizasyondan insanlığa bir hayır dokunması zaten mümkün değil. Bu bitirim ikiliye yancı pozisyonunda Pakistan'ı eklediğiniz vakit zaten Medrano sirkine eşdeğer bir güzellik yarattığınızı gururla farkediyorsunuz.

Bizimkiler de farketmiş olacak ki, bu ahmak kuruluşa daha Irak'ı da üye yapmaya çalışıyorlar. On küsuruncu EİT zirvesi aralık ayında İstanbul'da yapıldığında zirveye yancı sıfatıyla iştirak eden Talabani'ye davet iletildi. O da kabul ediyoruz şeklinde eveleyip geveledi.

Halbuki ben Talabani'nin yerinde olsam bu soytarılığa bir son vermek adına şok edici ama şırrrak diye milletin suratına inecek tokat gibi bir hareket yapardım. Ne yapardım?

Vakti zamanında Groucho Marx üyesi olduğu bir klübe yazı göndererek şöyle demiş: "Beni üyeliğe kabul eden bir klübün üyesi olamam. İstifamı kabul ediniz."

İşte ben de Talabani'nin yerinde olsam, ömrü hayatımda bir kere düzgün, adam gibi bir iş yapar, bu lafı derdim. Irak'ı üye olarak kabul eden bir kuruluşun üyesi olarak kalamayız. Irak olarak istifa ediyoruz.... Hem de mahkeme duvarı suratlı Apê Celal (Kürtçe: Celal Amca) hayatının ilk esprisini de yapmış olur, tüm dünya basınında espri yapabildiği haberleriyle manşet olurdu.

Gerçi Irak'a gelene kadar, Afganistan ve Pakistan var ama, onlarınkini çevre yapma arzusuyla yanıp tutuşan ve çaresizlik ve arkadaşsızlıktan her önüne gelen klübe üye olup kız düşürmeye çalışan ergen psikolojisi (abazalık ile maymun iştahlılığın doyumsuz kombinasyonu) ile açıklayabiliriz.

Bu arada az önce bahsettiğim iğrenç EİT zirvesine ben de kurumumu temsilen katılmış idim -tabii başkan da vardı yani esas temsil eden oydu, ben daha çok çanta taşıyarak temsil görevimi eda etmiştim. O zirveden bir foto:

Fotoda görülen Ahmedinejad ve Karzai. Muhteşem insanların katıldığı bu zirveden başka fotolar da var ama hala fotoğraf yüklemeyi öğrenemediğim için diğerlerini sonra yüklerim -inşallah. Hatta bu yukarıdaki fotoğrafı da yükleyip yükleyemediğimi bilmiyorum şu an.

EİT neden bu kadar aşağılanmayı hak eden bir kuruluş peki?

Üyelerinin Türkiye, İran vs gibi ülkeler olması tek neden değil. Esas nedeni, bu örgütün hiçbir iş yapmaması ve bu durum bilindiği halde sırf mollalarla papaz olmamak için bu komedinin yıllardır devam ettirilmesi.

En ufağından, mütevazisinden kuruluşların bile on milyonlarca dolarlık bütçeleri olurken, EİT'in yıllık bütçesi üç (three) milyon dolar, ve -esas komik nokta burası- bu kuş yemi kadar bütçenin de yüzde doksanı personel giderlerine gidiyor. Yani adamların ekonomik işbirliği yapmak ve proje yürütmek için yılda topu topu üçyüz bin doları var.

İşte bu durumda, en azından beklenir ki, adam gibi bir proje yapsınlar bari. Halbuki bu adamlar da atom enerjisinden gümrük birliğine, hat sanatından domates tohumculuğuna kadar akla gelen gelmeyen ne kadar alan varsa hepsinde bir şekilde var olmaya, boy göstermeye çalışıyor. Yüzlerce komite, çalışma grubu, konsey vs. El atmadıkları konu yok.

O kadar faaller ki, adamların on yılda -ABD tarafından işgalinden bu yana- Afganistan'da elle tutulur biçimde yaptıkları yegane iş, Kabil Hayvanat Bahçesinin ıslah edilmesi. Şaka gibi ama unutmamak lazım ki adamların kendisi şaka gibi.

Bu arada uykum geldi, bu dangalak serüvenin devamı bir başka bahara kaldı.

18 Şubat 2011 Cuma

Valla Devam Edeceğim

Genelde vaatlerime sadık olmamam ile marufumdur. Günümüz Türkçesi ile söylersem, sözümü tuttuğum nadirdir. Sözünün eri biri sayılmam.

Bu nedenle, pek muhteşem memleketimiz Senegal'den dönüşümüzn üzerinde sağlam bir 7 ay geçmiş olmasına ve Türkiye'ye çoktan (re)aklimatize olmuş olmama rağmen, tembellik edip bloga birşeyler yazmıyordum; hem de kendi kendime yazmaya söz verdiğim halde.

Ama yazacağım. Hem de hırsla!

Neden? Çünkü işyerinden arkadaşım Emre Aktuna Pakistan'da geçen muazzam vaktini bloguna aktarmaya başlamış ve ben de her zamanki yarışçı kimliğim ile geri kalmamaya ahdettim.

Yok yok, öyle değil. Emre'ye blog yapma tavsiyesinde bulunmuştum o Pakistan'a gitmeden önce. Emre de bayağı güzel bir blog yapmış, nihayet -aylar sonra- bana adresini yollayabildi de bakmaya fırsatım oldu. Böylece ben de blogu bayağıdır ihmal ettiğimi "fark ettim".

Neyse, sırada yurtdışındaki Türk restoranlarını ele alacağım bir yazı var. Aslında bunun başlangıcını da Senegal'de iken yazmıştım ama görevimin uzatılması belirsizliği ve hengamesi içinde devamını getiremedim. Nasip şimdiyeymiş.

Tabii bu arada hayatımda önemli değişiklikler filan oldu. Onları da yazarım bu arada.

İlellika!