14 Haziran 2010 Pazartesi

Senegal'de Dünya Kupası

Senegallilerle Cuma günkü açılış maçını seyrettim.

Mesai dahilinde G. Afrika - Meksika maçını izlediğimiz iş arkadaşlarımdan Afrika dayanışması bekliyordum. Doğrusu umduğum derecede ilgi göstermediler Güney Afrika'ya.

Sonra Cezayir-Slovenya maçını seyrederken aklımıza bizim Cezayirli müteahhit geldi. Telefon açtık; o da maçı seyrediyormuş. Çok umutluydu ama Cezayir çok kötü bir oyunla kaybetti. Bugün ofise gelen müteahhitle biraz maçı da konuştuk. Gezzal denen o futbolcunun durduk yere kırmızı kart görmesi, kalecinin büyük hatası, Cezayir takımının berbat saç seçimleri vs.

Dün akşam yemek yemeye Türk restoranına gittik. Normalde akşam 7.30-8 gibi en az beş masanın dolu olduğu Türkiş Kebap'ta masalar hemen hemen boştu. Sadece iki masada müşteri vardı.

Yani, takımları Dünya Kupasına katılamasa da, Senegal halkı Dünya Kupası'na büyük ilgi gösteriyor. Tabii bir de Türkiş Kebap'ta televizyon olmaması da cabası.

Bir de şu ilginç durum var ki; Senegal'de ne kdar adamla tanıştıysam, Türk olduğumu öğrenince "bizi 2002'de siz elediniz" diyip hatırlatmada bulunuyor. Bizim golü bizden iyi hatırlıyorlar.

Vuvuzela burada da nefretle anılıyor.

10 Haziran 2010 Perşembe

Quelle Equipe Gagnera la Coupe du Monde?

Kalbim Arjantin'i istiyor. Ama o olmaz; orada işleri bozmakla mükellef El Dios bulunuyor. Tarihin en güzel kadrolarından biri bakalım nasıl madara olacak?

İspanya da olur diyorum; bakalım Messi olmadan Xavi ve İniesta yine aynı ziyafeti verebilecek mi gözlerimize? Villa, Silva, Ramos... Kadro iyi. "Yeniköy kasabı" da bizim spor medyasını utandırır mı acaba?

Brezilya her daim antipatik gelmiştir bana. Belki 2002'de Rivaldo'nun kendini yere atmasıdır, bilmiyorum ama Brezilya'ya sempatim yok. Ama kadro iyi; en az yarı final; büyük ihtimal final ve hatta kupa.

İngiltere, eh neden olmasın? İyi kadro, Rooney, Lampard, Gerard... Eh, başta Capello olunca, belki o sene bu senedir diyor insan. Olanca antipatikliğine rağmen, İngiltere bana sevimli geliyor acayip bir şekilde.

Fransa: artık Fransa diyince aklıma "le p'tit Nicolas" geliyor. Gerçi ben Pıtırcık'ı severim ama Sarkozy'den hiç hoşlanmam. Zidane sonrası Fransa'da bana sempatik gelebilecek birşey yok. Zaten Fransa sevgim Zizou yüzü suyu hürmetineymiş. Eh bir de Domenech faktörü var ki, Fransa elenir gider en fazla çeyrek finalde. Hatta gruptan çıkamasa yeridir.

Almanya: tüm zamanların en antipatik ırkı, milleti, futbolu, kültürü, ülkesi. Sevemedim Almanları da Almanya'yı da. Futbolu da sıkıcıdır, insanları da bana sevimsiz, nursuz gelir. Ama iyi takımdır, o ayrı mesele. En az çeyrek; hatta belki yarı final.

İtalya: yok, bu sefer İtalya'nın işi bitti. Yine gruptan çıkamazlar gibi geliyor bana.

Hollanda. O total futbol, Rinus Michels, Cruyf, Koeman, Rijkaard, Van Basten, Gullit, Van Broekelen, Bergkamps, Hiddink, Advocaat, Van Gaal ülkesi... Futbolu en güzel oynayan millet bu sıralar eski gücünde değil. Zor. En fazla çeyrek final.

Portekiz? Tek taşla duvar, Sincan yeniyetmesi kılıklı Ronaldo ile Dünya Şampiyonu olmaz. Yanına onun ağırlığını kaldırabilecek birkaç futbolcu daha olsa belki CR7 finale çıkardı.

Uzun lafın kısası, Brezilya İspanya final oynar, sambacılar kazanır.

Let the dice roll...

9 Haziran 2010 Çarşamba

Klima Problemleri

İki hafta önce klimam bozuldu. Ben geceleri klimayı açıp uyuyan bir insanım. Elektrik israfına yol açsa da yeterli bir nedenim var:

Odam ana caddeye bakıyor. Eğer, klimayı çalıştırmayıp pencereyi açarsam, beraberinde, pek tabii ki, panjuru da kaldırmam gerekiyor. Ancak, kapalı pencere + kapalı panjur ikilisi sayesinde ana caddeden gelen trafik gürültüsü, yakındaki havaalanına inen uçakların vorultusu, daha önce blogda bahsettiğim bekçilerimizin pencere altı horultusu ve sabah gün doğanda penceremin önündeki hurma ağacına dadanan kuşların cıvıltısı kesiliyor; iyi bir uyku çekebiliyorum.

Eğer panjur ve pencere açıksa, Bebek trafiğini andıran Corncihe Ouest trafiğini ve diğer bilumum nahoş sesi duyuyorum. Bir de içeri dadanan sivrisinekler...

İşbu sebeple, geceleri hava sıcaklığına karşı sürekli klimayı açık tutuyorum. Tabii soğuk havanın sivrisinekleri uzak tutmasının da etkisi var.

Ancak, iki hafta kadar önce saadet zincirim koptu, klimam bozuldu. Hiç çalışmamaya başladı.

Bir tamirci bulduk, bu vatandaş bu cumartesi geldi, tek tek klimaları kontrol etti. Kiminin gazı bitmiş, kiminin başka problemi var. Adamlar yaptı tamirini gitti. Ama o gün büyük bir hata ettim ve kendi odamdaki klimanın tamir edilip edilmediğini kontrol etmedim. Bir de bunun üstüne gece klimayı çalıştırmayı unuttum.

Pazartesi günü klimaların tamir edildiğini hatırlayıp çalıştırmayı akıl ettim nihayet. Velakin benim klima yine çalışmıyordu.

Pazartesi akşam tamir edilen klimayı gece kullandım. Sonra salı gece çalıştırdım yine sorunsuzca. Fekat çarşamba sabah kalkıp da klimayı kapatmak istediğimde klimanın kapanmak bilmediğini gördüm.

Klimanın laneti bu olsa gerek. Gündüz 30 derecede yüzde yetmiş nem, gece 27 derece.

Fakat daha bitmemiş. Klimacıyı tekrar çağırdık tamir etsin diye, bu sefer adam tüm uzaktan kumandaları toplayıp gitmiş ne akla hizmetse. Hiç değilse ofisteki klimamı çalıştırabiliyordum önce; şimdi o da çalışmaz oldu.

İlkokuldaki havuz problemlerinin yerini klima problemleri alsın.

6 Haziran 2010 Pazar

Anket



Bu fotoğrafta görülen manzara-i umumiye şudur.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın şahsi web sayfasında bakanın performansına yönelik bir anket düzenlenmiş ve ziyaretçilere bakanın icraatlerini başarılı bulup bulmadıkları sorulmuş.

6 Haziran Senegal saatiyle 16.30 civarında ziyaretçiler büyük oranda başarısız bulmuş kendisini.

E, iki yıllık youtube ve birkaç günlük google yasaklarıyla ne bekleniyordu ki başka?

Tren kazalarını hiç söylemiyorum bile.

Bence kendisinin seçim mottosu "yassah hemşerim!" olsun; günün anlam ve önemine bianen.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Koca Ragıp Paşa

Eski sadrazamlardan Koca Ragıp Paşa'nın bir mısra-ı bercestesi vardır:

"Sorsan mağdurunu gaddar kendin gösterir."

Bugün Taraf'ta Tuba Tekerek'in haberi üzerine bunu düşündüm.

Yine Taraf'ta Roni Margulies'in yazısı ise muhteşemdi. Hak, adalet, mazlum, mağdur... Bu kavramları benimsemiş, hep ezilenin yanında olan Margulies'i görünce; bizim kudurmuş "adalet savaşçıları" çok yavan ve ikiyüzlü geliyor.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Eşeğini Dövemeyen ....

semerini döver. Ben bu gösterilerde nümayişlerde filan bayrak yırtan yakan tepinen tipler için böyle düşünürüm.

Birader, eline aldın İsrail'in bayrağını, yaktın da ne oldu? Çiğnedin Amerikan bayrağını da Irak'ı mı kurtardın? Yunan bayrağına tükürünce Girit'i geri aldık da haberim mi olmadı?

Çıkıp dünya sahnesinde bir iş beceremeyenler, işte böyle güruh ortasında delikanlılık eder, onun bayrağını, bunun kuklasını yıkar. Kendini rahatlatır, içindeki kinini kusar, ama milletin üstüne başına kusup bir de ortalığı batırır.

Faşizm, şovenizm, linç kültürü, lumpenizm hep bu tür ortamları sever. Nerede çaresiz ama gaza gelmiş kitleler görür, orada kah kukla yaktırır, kah bayrak yırttırır, kah dükkan yağmalattırır, kah tecavüz ve yağma ettirir.

Haydi bu mob kültürüdür, lumpendir dedik. Aslında burada lumpenleri fiştikleyen medyayı da es geçmemek lazım. Dün üç beş Ermeni Türk bayrağı yaktı diye sağı solu vaveylaya veren Türk medyası -Kemalistinden cemaatçisine hepsi birden- şimdi bayrak yakacak "yiğitlere" kibrit uzatma yarışında. Dün 6-7 Eylül'ü yaptıran da bunlar değil miydi?

Böyle hak aranmaz, böyle adalet olmaz. Akılla, mantıkla, sakin kafayla oturup düşünmek lazım.

Allah akıl fikir versin.

1 Haziran 2010 Salı

WTF!!!!

Şu fotoya bakınız.

Buna sinkhole diyorlarmış. Çeşitli nedenlerle toprağın, zeminin göçüp ortalığın tozunu dumanına katması olayı imiş.

Fotodaki kara delik de 3 katlı bir apartmanı yutmuş. Ölenlere Allahtan rahmet, geride kalan yüce Guatemala halkına başsağlığı dilerim.

Aman Allah korusun.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Haklı Olmak

Haklı olmaktan daha güzel ve önemli birşey varsa, o da haklı kalabilmektir.

Haklıyken haksız duruma düşebilmek çok kolaydır; bir tek söze, harekete bakar.

Haklı olup da güçlü olmayanlar, özellikle, kendilerini ifade etmek isterken haksız muhatabının gücü karşısında ezilir, ezilmemek için de duygusal yollara başvurur.

Duygu patlamaları her zaman zararlı olmaya müsait, tehlikeli durumlardır. Bu tür durumlarda şöyle bir geriye yaslanmalı, zararlı, tehlikeli, hakkaniyete gölge düşürecek, aşağılayıcı ifadelerden kaçınmalı.

İsrail'in vurduğu gemilerle ilgili olarak tepki göstermek güzel ve hatta şart. Ama tutup da işi "Hitler haklıydı" tarzı ahlak ve his yoksunu, canice laflara getirmek, bir anda haksız duruma düşürebilir kitleleri.

Katilin, zalimin, caninin milleti, ırkı, dini olmaz. Ama kurbanın, mağdurun, mazlumun da olmaz. Bugün eziyet ettiğine bakmayın; Yahudiler de az ezilmedi, gadre ve zulme uğramadı. Bugünün İsrail'inin Filistin'e reva gördüğü acılar, dün kendi dedelerinin zulüm görmüş olduğu gerçeğini unutturmamalı.

Hatırlanmalıdır ki, "those to whom evil is done/do evil in return". Auden'in şiirini daha önce iktibas etmiştim, isteyen açar okur.

Netanyahu kötü ama Hitler de kötüydü. Bugünkünün vahşeti dünkünün zulmünü hoş gösteriyorsa, gören gözler bir kontrolden geçse iyi olur.

Güçlünün, vahşinin, acımasızın değil, zayıfın ve haklının destekçisi olunmalıdır.

25 Mayıs 2010 Salı

Senegalliler'in Koyun Sevgisi








Senegal halkının dizginlenemez koyun sevgisinden bahsetmeye karar verdim.

Buraya gelince gördüm ki, bu ülkede insan değil ama koyun kıymetli. O kadar kıymetli ki, insanlar koyunlarıyla aynı çatı altında yaşıyor, kendine göstermediği ihtimamı koyunlara gösteriyor.

Tabii herkesin saygısı kendi koyununa. Yani öyle Hindistan'daki gibi bir türün tüm temsilcilerinin birden kutsal kabul edilip saygı nesnesi haline gelmesi söz konusu değil. Koyun sahibi olan aileler için koyunları kendileri kadar değerli.

Fotoğraflarda görüldüğü üzere Senegal halkı koyunları yıkamaktan özel bir zevk alıyor. Koyun yıkama ritüeli bir görev edasıyla, ve mümkünse, topluca, bir şenlik havasında deruhte ediliyor. Lif, sabun ve "necefli maşdafanın" kullanıldığı bu sağlık kürleri hep beni şaşırtmıştır.

Senegal insanının koyunlarının hijyenine gösterdiği alaka beni şaşırtsa da sevindirmekte. Bugün koyununu yıkayan, yarın sokağını da yıkar.

Burada bir Senegalli dostumuza bu koyun temizliği fetişinin kaynağını sorduğumuzda aldığımız cevap şuydu:

"Koyun yıkamak iyidir, güzeldir. Bir Senegalli'den çocuğunu iste; birşey olmaz ama koyununu iste; kan çıkar."

Koyunun evin içinde dolaştığı fotoğrafla ilgili olarak ise:

Ziyaretine gittiğimiz bir belediye başkanı hanımın evinde -üçüncü kat- yan odadan bir meleme sesi geldiğini duydum. Nedir, diyerek çıkınca fotoğraftaki manzarayı gördüm. Meğer mahluk damda yaşıyormuş ama ipini koparıp aşağı, bizim olduğumuz kata firar etmiş.

Love thy sheep!

23 Mayıs 2010 Pazar

Anna Karenina İlkesi

Dünyanın en güzel cümlelerinden biriyle başlar Anna Karenina:

"Все счастливые семьи похожи друг на друга, каждая несчастливая семья несчастлива по-своему."

Rusçam kullanmaya kullanmaya bayağı zayıfladı ama hala bu cümledeki güzelliği anlayabilecek kadar Rusça biliyorum. Yine de İngilizcesini de yazayım:

"All happy families resemble one another; each unhappy family is unhappy in its own way."

Maalesef bu cümlenin Türkçesi aynı güzelliği, tadı, lezzeti vermiyor. Son kısmında bir bozulma oluyor:

"Tüm mutlu aileler birbirlerine benzer; her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine hastır."

Ben uzun süre bu cümlenin ne anlama gelebileceğini, büyük ustanın burada ne demek istemiş olabileceğini tahmin etmeye çalıştım. Pek başarılı olamadım.

Sonra bir gün, hiç beklemediğim bir yerden gelen yardımla ancak anlayabildim. Jared Diamond'ın o muhteşem Guns, Germs and Steel adlı kitabında Anna Karenina ilkesinden bahsediliyordu.

Bazı toplumların neden uygarlık seviyesine çıkamadıkları veya daha gelişmiş bir toplumsal yapı oluşturamadıklarını soran Diamond, buna karşılık kimi toplulukların ise daha gelişmiş yapılar ortaya koyabildiklerini belirtiyor. Sebebini de Anna Karenina ilkesiyle açıklıyor. Şöyle:

Bir uygarlığı kurmak ve onu geliştirmek için çok sayıda bileşene ihtiyaç vardır. Nüfus, iklim, toplumsal örgütlenme, coğrafi konum, diğer topluluklarla iletişimde bulunma sıklığı vs. Bunlardan bir tanesinin bile eksik olması, o insan topluluğunun mevcut durumunu aşıp da eşik atlamasına engel oluşturuyor. Halbuki, bu şartların tamamını yerine getiren veya sağlayan topluluklar ancak medeniyet eşiğini geçebiliyorlar.

Yani, tüm mutlu aileler birbirine benziyor çünkü mutlu olmak için ailenin birçok şeye birden ihtiyacı var: para, çocuklar, karı-kocanın birbirine iyi davranması, karşılıklı anlayış, uyum, sadakat vs. Bunların hepsini yerine getiren aileler hem mutlu oluyor, hem de birbirlerine benziyor.

Öte yandan her bir mutsuz aile farklı nedenlerle eksiklik yaşıyor. Bu yüzden her birinin mutsuzluğu kendine has. Parası olanda sadakat olmuyor, sadık olanda çocuk olmuyor filan.

Büyüksün Tolstoy!

20 Mayıs 2010 Perşembe

Deus Ex Machina; ya da Cila Tutmazsa Ne Olacak? Cilt 5

İnşallah bu sefer sonuncu cilt. "Tamam şod" son sözüm olacak.

K.'ya Gandhi diyerek güya sağ kesimin bu adamı eleştirdiğini, aslında saçmaladığını yazmıştım. Meğer adama Gandhi adını takan sağ kesim değilmiş, bizim kırk yıllık medya mensupları imiş, adamın destekçileri, cilalayıcıları olan gazetecilermiş.

Yahu Mahatma Gandhi kim, K. kim? Türk tarihinde, artık ister Genelkurmay gibi milattan önce 200 küsur yılından başlatın, ister Göktürk Abidelerini Türk tarihinin başı kabul edin, ister Türkler'in Anadolu'ya ayak basışını milad kabul edin ya da ister 19 Mayıs'la başlatın tarihimizi, o Türk tarihinde değil Gandhi'ye denk, onun tırnağı olacak şahsiyette bir adam çıkmaz.

Elbette Türk tarihinde de bir sürü "adam" vardır, ama Gandhi hüviyetinde birisi yoktur, olmamıştır ve korkarım ki olmayacaktır.

Çok merak eden varsa, açsın Gandhi'nin ne ve kim olduğunu, ne yaptığını, niye "halkın" kendisine Mahatma adını verdiğini öğrensin. "Biz gül ne çiçektir biliriz, tarife ne hacet" diyenlere zaten lafım yok.

Ankara'nın bir gri bürokratını parlatmak için tutup böyle alakasız laflar etmek, hele bir de kendisine halkın Gandhi lakabını verdiğini iddia etmek ucuzluktur, sersemliktir ama en fazla da milleti sersem yerine koymaktır. Yalnız, bu PR çalışmaları artık eski randımanı vermiyor hocam! Ne günlerdi onlar, 60 ihtilaline doğru öyle "solcuları kıyma makinesinde çektiler" yazdı mıydı millet galeyana gelirdi, en kralından ihtilal olur, başbakan asar, bir de hürriyet bayramı ilan edilirdi darbenin sene-i devriyyesi. Geçti cancağızım o günler.

Bunu geçersek, Deus ex Machina mekanizmasını açıklamaya geçebiliriz.

Antik Yunan trajedisinde, eğer senaryo içinden çıkılamayacak, çözüme kavuşamayacak kadar giriftleşirse, tanrılar hop diye sahneye iner, ve olayı "Gordion'un düğümünü" çözer gibi çözermiş. Buna da, deus ex machina denirmiş. Yani, senaryo içinden çıkılmaz hal alınca, tanrıların ya da büyük oyuncuların aracı -yani oyuncu- kullanmayı bırakıp sahaya inmeleri ve kendi çözümlerini dayatmaları mekanizması.

Aslında biz bunu bence K.'nın selefinin videosunda gördük. Baktı ki "tanrılar" bu adamla gidiş kötü, adamın normal, konvansiyonel yollarla gittiği yok, sahaya inip, bir kasetle işi bitirdiler.

Böylece, daha az yıpranmış, allayıp pullamaya, cilaya, lansmana, medya kampanyasına uygun bir ismi -K.- ortaya atmak mümkün olacaktı. Seçmene yedirebilirsen ne ala. Yemiyor mu? Yerine yenisini bulmak kolay. Geçmişte de böyle olmadı mı? Yıpranan isimlerin yerini cilaya muhtaç isimlerle doldurup aylarca PR kampanyaları yapmadılar mı?

Bence, K. yapamayacak, cila tutmayacak. Seçim vakti gelip de sahaya inende, gerçek siyaset ve çözüm bekleyen halk yuvarlak laf değil, iş bekleyecek. Bu nedenle, K. avcunu yalayacak, belki selefi aportta kıs kıs gülerek o günleri bekliyordur ellerini ovuştura ovuştura. Türkiye'de böylece, kafasına göre iş yapan, denetimsiz bir iktidarı siyaseten denetleyecek bir muhalefete yine hasret kalacak.

İşte, uzun yazı dizim bitiyor bu sözlerle:

Tamam şod.

Deus Ex Machina; ya da Cila Tutmazsa Ne Olacak? Cilt 4

Her seferinde söylemek istediğimi eksik söylüyorum; o nedenle de yazı uzadıkça uzuyor.

K.'ya birisi "Gandhi K." demiş. Sağ medya ve muhalifleri de bunu bir dalga geçme aracı olarak kullanıyorlar. Bu çirkindir, bel altı vuruştur. Zaten K.'ya gelen eleştirilerin çoğunun, K.'nın politikasına değil şahsiyetine (dürüstlük), fiziki görünüşüne (karizmatik değil), kimliğine (Alevi/Kürt) bel altı olduğu aşikardır. Bunun nedeni, siyasetsizliktir.

Türk siyasetinin yıllardır muzdarip olduğu şey, siyasetin politika değil de başka mefhumlar üzerinden yapılması, mahalle kavgası gibi çirkin görüntülerin, seviyesizliğin, her türlü pespayeliğin siyaset adı altında bilinçaltına kazınmasıdır.

Türk sağı uzun süre kendi adına siyaset üretmedi. MHP, CMKP olarak doğduğu günden bu yana hiçbir siyaset üretmedi. Kaba güce dayanan, asıl amacı karşı kampın hedeflerini engellemek olan bir negatif siyaset üretti. Kendine ait fikirleri olmayan kitleler korku siyasetiyle mobilize edildi, birer para-militer mob olarak adam dövme, yaralama, öldürme ve işkence gibi icraatlerde ihtisas edinmeleri sağlandı. Bugün, azalmış bile olsa bu kitle hala böyledir büyük oranda. İçlerinde az sayıda kafası çalışan ise, Dündar Taşer mesela, ya gürültüde kaybolur ya da ömürleri vefa etmez büyük işler yapmaya. Yıllar yılı kontrgerillanın istekli, gönüllü maşası olmuşlardır. Fakat, cümle alem de bunların maşalığını bilir.

İslami kanat, milliyetçi kanada göre teorik tabanı daha sağlam bir harekete sahiptir. Durduğu yer daha bellidir. Seyyid Kutb ve Ahmed Arvasi gibi teorisyenler bunlaraq daha derinlikli bir weltanschauung sunmuştur. Her ne kadar, şiddet meselesinde bunlar da bulaşmış olsa da, MHP çizgisine göre daha oturaklıdırlar. Daha kültürlü adamlar yetiştirmişlerdir. Ama bunlar da, kısmen, tepki siyaseti gütmüştür. Kendi fikirleri kadar tepki saikiyle de işler yapmışlardır.

Gelelim Türk soluna. Bu kadar mistifiye edilmiş, bu kadar abartılmış, bu kadar allanıp pullanmış bir siyasi hareket daha yok Türkiye'de. Faşizan-ırkçı kökenleri anti-emperyalist kisveye büründürülmüş ve eleştirilemez, la yus'el bir ideoloji örüntüsü haline getirilmiş olan Türk solu, daima popülist, elitist, nasyonalist, vesayetçi ve anti-demokratik bir kimliğe sahipti. Serseri goşistlerin kahramanlık adı altında pazarlandığı, ideolojinin anti-entelektüellikle boğulduğu ama kah devletin ideolojik aygıtları kah entelektüel darlığı çeken memlekette köşebaşını tutmuşlukları sayesinde hak kazandıkları Abdurrahman Çelebil sıfatı sayesinde her zaman kendine güzel bir maske takmış olan Türk solu. Proleterya düşmanı Türk solu. Kontrgerillanın maşalığını yapması, çoğu insan tarafından kabullenmek istenmeyen Türk solu.

İşte, Türk siyaseti bu kıskaçlarla bir tepki siyasetine dönüştü. Kısır kavgalar, zaten dışarıdan aparılmış ve az olan fikirler bitince yumruklara sarılan fanatikler Türk siyasetini pespayelik içinde bıraktı.

Bugün, Cumhurbaşkanı'nın karısını taktığı örtüden dolayı eleştiren de, K.'ya dalga geçmek için Gandhi K. diyen de aynı siyasetsizliğin mahsulüdür. Fikirlere birşey dieyecek müktesebata sahip olmayınca, vur bel altına!

Ben, K.'ya fikirleri dolayısıyla muhalefet edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Adamın ifade ettiği ya da ipuçlarını verdiği siyasetinin Türkiye'ye hayır getirmeyeceğine inanıyorum. Karizma eksikliği, yaş, görüntü gibi sübjektif, ve siyaset belirtmeyen eleştiriler benim için çaresizlik ifadesidir.

Son olarak şunu da belirteyim ki, K.'nın hümanist ve dürüst sıvasını altında da aynı siyasetsizliğin var olduğunu düşünüyorum. Türbanı nasıl çözeceğini soranlara verdiği "bunu hep beraber başaracağız, kanunla olmaz" minvalindeki lafları da, siyaseti olmadığını, kuru lafla cevap vermiş gibi yapıp sırasını savmaya çabaladığını gösteriyor. Çıkıp, karşıyım, şundan karşıyım ya da taraftarım, şundan taraftarım diyemeyen, lafı böyle geveler.

Dürüst söylemi de, dikkatleri çekmek isterim, aynı siyasetsizliğin bir sonucudur. Siyasi duruşu karşı tarafın hamlelerine endeksli olan, kendi siyasi duruşuna sahip olmayan insanlar ancak böyle sübjektif ve yüzeysel kavramlarla siyaset yapar, halka elma şekeri dağıtarak onları kandırmaya çalışır.

Farkettim ki, bu yazı gittikçe Tristram Shandy olayına dönmeye başladı.

Bir sonraki yazıya Deus ex machina olayını yazacağım; söz.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Deus Ex Machina; ya da Cila Tutmazsa Ne Olacak? Cilt 3

İnşallah son cilde geldik çünkü sıkıldım.

K.'yı destekleyenlerin büyük çoğunluğunun neden desteklediğini belirttiğim yazıda, sıradan insanların niye desteklediğini açıklamadım. O da bu yazıda inşallah.

Statükoyu restore edeceği beklentisiyle yerleşik güçlerin desteklediği K., aslında halk nezdinde de desteğe sahip gözüküyor. Bunun bir nedeni, 2. yazıda belirttiğim statükodan nemalanma olabilir. Sıradan insanlar da statülerini mevcut duruma, establishment'a borçlu olabilir. Bu tür bir sürü insan var şüphesiz. Hem bunların hepsi statü düşünerek destek vermiyor. Ancak, yılların endoktrinasyonu sonucunda bu insanlar aslında statükoya hizmet ettiklerini bilmeden, düşünmeden sistem içinde buldukları kovukta tutunmaya çalışıyor. Düşük rütbeli subaylar, astsubaylar, öğretmenler gibi genelde memur olanların durumu bu. Sosyal merdivende daha aşağı basamaklara düşmemek için tek bildikleri doğruya sarılıyorlar. Bu insanlar bundan dolayı suçlanamaz, çünkü bildiklerinin dışında bir Türkiye fikri bu insanları rahat bir şekilde korkutur. Bunlara hak verebilirim nispeten. Kimse toplumdaki iyi kötü konumunu kaybetmek istemez; kaybetmemek için de kendisi de bir kurban olduğu halde sistemin eteklerine yapışır.

Ben esas, genç olduğu, toplumda daha iyi bir yerlere gelme, sınıf atlama ihtimali ve potansiyeli olduğu halde, bu rijit sistemi savunanlara kızarım. Gidip papağan gibi ilkokuldan beri beynine çakılan fikirleri sağda solda şakıyanlardır benim sinirlendiklerim. Yaşlılar sorgulayamazlar. Onların içinde yetiştiği gerçeklik, onlar için tek gerçektir; daha bir alternatif düşünemezler. Gençler için durum farklı olmalıdır.

Pekiyi, iktidar ve iktidar eğilimli basının K. için dediklerine bakarsak ne görürüz?

Birincisi, K.'nın Alevi/Kürt olmasına gönderme yapılması bence bir siyaset değildir. Bir aczin ifadesidir. Bir insanın dini, mezhebi, etnik kimliğinin öcü gibi gösterilmesi tolere edeceğim şey değildir. Çok çok yanlıştır. Fobileri beslemekten başka birşey değildir. "Türban takanlar öcüdür, adam keser" zırvalığını edenlerle aynı safta bulunmaktır. Adam Alevi ise, bunun ekonomi, dış politika, istihdam gibi meselelerle ne alakası var?

İkincisi, K.'nın emekli memur olması meselesi. Evet, bu konuda büyük oranda haklılar. Hesap uzmanı kökenli olduğunu duyduğum K. tıpkı tüm maliyeciler gibi muhafazakardır. Bu adamlar dünyaya tek pencereden bakar; bunlardan iyi muhasebeci olur ama iyi devlet yöneticisi olmaz.

Üçüncüsü, K.'nın karizma eksikliği için: bu doğru olabilirdi, ama K.'nın selefi çok mu karizmatikti? Adamın boyu kısaysa kısa, Özal da kavak boylu değildi. Çirkinlik, zayıflık, kısalık, bunlar hep alakasız şeylerdir. Bence bu minvaldeki eleştiriler tamamen haksız.

Dördüncüsü, K.'nın genç olmaması. Türkiye'de bir obsesyon var. Millet takmış kafayı gençliğe. Genç iyidir, genç yönetici olsun vs. Genç olmak tek başına zannedildiği kadar büyük bir değer ifade etmiyor. Bir insan genç olursa illa ki değişikliklere açık olacak değil; bir yığın örnek var muhafazakar gençlere. Tek başına nasıl kadın olmak birşey ifade etmiyorsa, genç olmak da anlamsız. bakınız Tansu Hanım'a. Ülkenin canına okuyan kendisi değil miydi? Merkel de kadın, ve başarısız. Sarkozy de genç, ama buruşmuş Chirac'ı tercih ederim.

Gelelim dürüstlük meselesine. Birincisi, dürüstlük güzel birşeydir, başlıbaşına bir değerdir. Mıgırdiç Margosyan'ın Tespih Taneleri adlı o harika kitabında bir sahne var. Bir adama, damat adayı olarak bir genci söylüyorlar ve "çok dürüsttür; çalmaz çırpmaz" diyorlar. O yaşlı adam da bunun üzerine bu lafı söyleyenlere kızıyor ve "dürüstlük bir vazifedir; meziyet değildir. Kimse dürüst diye övülemez; dürüst olmak zorundadır her insan." diye cevap veriyordu.
Yani, K.'nın dürüstlüğü aslında çok da birşey ifade etmiyor. Bir anlamda, "bu adam hiç cinayet işlemedi, beyaz kadın ticaretiyle uğraşmadı" demek gibi. Yani adam zaten yapması gerekeni yapmış, olması gereken olmuş. Bunun övülmesi, bundan prim beklenmesi yanlış. En az "çalıyor ama en azından iş yapıyor" demek kadar aptalca. İş yapmak o adamın zaten görevi. İş yapmayacaksa niye var? Bir insan iş yapıyor diye övülür mü? Tıpkı bunun gibi, bir insan dürüst olduğu için övülemez; dürüst olmayıp da ne olacak?

Denebilir ki, dürüstlüğü, rakiplerinin dürüst olmamasına bir gönderme olarak vurgulanıyor. Bu da doğru olmayabilir. Birincisi, burada ben o partiyi veya bu lideri savunmuyorum. Kimseyi ne temize çıkarıyorum, ne de aşağılıyorum. Bunu belirtip şu açıklamaya girmek isterim:

Dürüstlük kavramı da, inanmayacaksınız ama, izafidir. Tıpkı güzel, doğru, yanlış, sevap ve günah mefhumları gibi. İçinde bulunduğunuz paradigma, çerçeveyi oluşturan parametreler, insanın bu kavramlara yüklediği anlamı belirler. İslami toplumda günah olan, ateist ya da animist toplumda nötr, ya da çok doğu ve iyi bir iş olabilir. Burada kötü veya ayıp görülen -mesela kurban bayramında zenginlerin de fakirler gibi kurban eti dağıtılırken sıraya girip et almaya çalışması ve hatta canlı koyundan iki tane isteyip birini de kendisinin kurban edeceğini belirtmesi- bir fiil, başka bir yerde -Senegal- gayet normal karşılanabilir. Türkiye'de yasak olan -ta'addüd-ü zevcat- başka toplumda teşvik ediliyor olabilir. Dürüstlük kavramını da bu şekilde düşünmeli.

Dünya görüşümüz, bu kavramlara yüklediğimiz anlamı ya da bu kavramların sınırlarını belirliyor. Örneğin, CHP'liler için cumhurbaşkanı veya başbakanın yurtdışı gezisine işadamlarının katılması, aynı uçakta, hatta resmi uçakta, bunların seyahat etmesi gayrı-dürüst bir harekettir. Liberal görüşe göre ise, bu çok normaldir; olması gerekendir, tamamen dürüstçe bir davranıştır. İlkine göre siyasetçi işadamından uzak durmalıdır; ikincisine göre ise siyasetçi işadamı için vardır. Çünkü işadamı kazanınca vergi verir, istihdam yaratır, harcama ile tüketimi artırır ve ekonominin çarklarını çevirir.

Bu pencereden bakınca K. şüphesiz ki bürokratik dürüstlüğün sembolüdür. Bir bakıma, acımasızca toplumu standartlaştırmaya, birazcık farklı düşüneni "devletin ideolojik aygıtlarının" cenderesine sokmaya yeminli gri takım elbiseli adamlardan biridir K. "Yemeyeceğim; yedirmeyeceğim" derken, insanlara dürüstlük kadar ekonomik devletçiliği, Ecevit'in köykent zırvalıklarını ve kendisi hortumlamadığı halde destekçilerinin iştiha ile katıldığı 1997-2001 arası ideoloji soslu hortumlama orjisini de hatırlatıyor.

İşte bu nedenle, ben K.'nın Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu lider olmadığını düşünüyorum.

Ya Deus Ex Machina kısmı ne olacak? O da fourth volume'a kaldı.

Deus Ex Machina; ya da Cila Tutmazsa Ne Olacak? Cilt 2

Bir yandan dedim ki, Kılıçdaroğlu'nun vaatleri yeni, açılımcı, rahatlatıcı, Türkiye'nin ve dünyanın dinamiklerine uygun değil. Öte yandan, medyada ve kamuoyunda Kılıçdaroğlu -yazının geri kalanında K. olarak zikredilecektir- bayağı bir destekçi buldu, insanlar K.'ya ciddi ciddi umut bağladı, efkar-ı umumiye kendisinden büyük beklenti içine girdi. Bunlar birbiriyle çelişmiyor mu? Eğer adam yeni bir söylem geliştirmediyse, bu neyin umudu?

Bir defa, şimdi söyleyeceklerim K.'nın adı, kimliği, kişiliği ve duruşundan bağımsızdır. Onun yerine başka birisi de olsa geçerli bu söyleyeceklerim. K. özelinde söylenecekleri sonra söyleyeceğim.

Ülkenin en büyük medya patronu ve ondan maaş alan gazeteciler ile televizyoncular, ülkenin en büyük baskı/çıkar gruplarından birini oluşturan bir "işadamları klübünün" mensubu olan, Türkiye'nin en zengin, en köklü aileleri, sokaktaki alelade adamlar, saçına şuradaki gibi fön çektiren angaje teyzeler filan... Bunların ortak noktası, ortak talebi ne olabilir ki hep birden K.'ya umut bağladılar?

Elindeki muhteşem medya-tv gücünü apoletlilerin emrine amade kılan, yıllar yıllar önce kurgulanmış seks kasetleri ile hükümet deviren patron, elbette ister ki medyadaki gücü siyaseti etkilemeye devam etsin. Pijamkayla başbakan karşılamaya, emrindeki köşe yazarlarıyla başbakan azarlamaya berdevam. Mahkemenin -haklı ya da haksız biçimde- kendisine kestiği yüklü meblağdaki vergi cezasını ödemesin. İşler eskisi gibi tıkırında gitsin ister.

Gazeteciler, televizyoncular, bundan yıllar önce, anayasa kitabı krizi sırasında parlatmaya çalıştıkları lider adaylarından istedikleri randımanı alamamışlar, arzu ettiklerinden bambaşka bir hükümet teşekkül etmişti. O hükümet de iyi kötü, doğru yanlış birtakım işler yaptı, ama her yaptığı bu gazetecileri rahatsız etti. Bir bakıma sınıf kavgası idi ama bir bakıma avanta kavgası da verdiler.

İşadamlarının kavgası ise tamamen sofra kavgası. İstedikleri gibi at koşturan, devlete sırtını dayayıp güya "burjuva" olan beyzadeler, sofrada kendine de tabak ve yer isteyen, sofranın sakinlerinin yediğinden yemek isteyen "newcomer"ları istemiyor. Ama bir defa ok yaydan çıktı; sermaye Anadolulu muhafazakar, ama sırtını devlete daha az dayayan, şimdilik küçük sermaye sahibine akıyor.

Asker, her zamanki gibi etkili olmak, Ergenekon'un ve yaptıkları "icraatlerin", yedikleri haltların üstünü kapatmak istiyor.

İşte bu nedenledir ki kaç gündür medyada K. güzellemesi seyrediyoruz. İşte bu nedenledir ki K.'nın selefi çok çabuk gözden çıkarıldı.

Olay K. olayı değil, zemininin kaybeden, statüsünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan oligarşinin mevzisini koruma refleksidir. Bu refleksin şu an sarıldığı dal K.'dır.

Yani burada iş, "hubb-u Ali değil; buğz-u Muaviye" diye tabir edilen olaydır. K.'nın kimliği değil, K.'nın karşısındakilerin kimliği ve icraatleridir ona gösterilen teveccühün sebebi. Bu nedenle K.'dan beklenen de mevcut hükümetin yaptıklarını tersine çevirmektir.

CHP'nin klasik dünya görüşü de zaten anti-liberal, anti-demokrat, faşizan, dirijist, paternalist, vesayetçi, şefçi, tek-partici, elitist, korporatist, katı laik, pozitivist, nasyonalist, merkantilist ve santralist olduğu için, destekçilerin isteklerine ve taleplerine uymaktadır. Başka bir destekçi, mesela Abdüllatif Şener, yine taleplere bir miktar uyardı ama bu daha pragmatik bir desteği beraberinde getirir, tarafların dünya görüşleri bu kadar uyuşamazdı. K., kendisinden beklenenleri yapmasını sağlayacak ideolojik donanıma/eğilime/endoktrinasyona sahip biri. Daha kısacası, başarılı bir devşirme örneği.

Pekiyi, K.'ya karşı mahalleden gelen eleştiriler ne yönde? Haklı mı bu eleştiriler?

O da öbür yazıya...

18 Mayıs 2010 Salı

"Deus ex Machina; ya da Cila Tutmazsa Ne Olacak?" Birinci Cilt

Bugünlerde Kemal Kılıçdaroğlu'nun adı çok sık telaffuz ediliyor. CHP Başkanlığına adaylığını koydu çünkü. Karşı çıkanlar, destekleyenler... Kürt, Alevi, Dersimli kimliğini öne çıkaranlar, bu kimliğini bastırmaya çalışanlar. Ne yapacağından çok ne olduğu veya olmadığıyla ilgileniyor insanlar. Dürüst ve memur yine Kılıçdaroğlu'nun adıyla beraber telaffuz edilen kimlik belirleyen kelimeler.

Şüphesiz ki kimliğimiz hareket alanımızı kısıtlıyor, belirliyor ama yine de kimlikten bağımsız bir hareket alanımız da mevcut. Ya da şöyle diyebiliriz ki, kimliğimizin belirleyicilikte rol oynamadığı ya da az rol oynadığı sahalar da mevcut.

Şu an Türkiye'de bulunmadığım için Kılıçdaroğlu ne dedi, hangi konuda ne düşünüyor, ne yapmayı vaat ediyor, bilmiyorum. Ancak, az sayıda gazeteyi takip ediyorum ve Ekşi Sözlük'ten konuyla ilgili yazılanları okuyorum. Genel bir fikre sahibim.

Sözlük'te yazıldığına göre kendisi Kürt meselesi, AB ve ekonomiye dair birtakım politika ipuçları vermiş. Demiş ki, AB'ye sorarız, bizi istiyor musunuz diye; İstiyorlarsa tamam, istemiyorlarsa Hindistan, Çin ve Rusya ile üçlü ittifak gibi birşeylere yöneliriz. Eğer bunları dediyse, kendisi MHP ve mainstream CHP'nin bu konudaki fikirlerini aynen tekrar etmiş. Bu cephede yeni birşey yok. Açıkça AB'ye hayır diyemiyor, böyle milli onur sosuna bulandırılmış bir istemezükçülük yapıyor. AB kriterlerini istemiyorum, AB'ye de karşıyım ama bunu ben söylemem, Avrupalı'ya söyletip seçmene "bak, biz istiyoruz ama bunlar bizi istemiyor" mesajı verecek.

Kürt meselesinde de Kürt kimliğine ve devletçe 80 yıldır ihlal edilen bireysel haklara hiç değinmeden, bölgeye devletin fabrika kuracağını, orada sorunun ekonomi olduğunu iddia etmiş. Bu da klasik dirijist, vesayetçi, şefçi, paternalist, korporatist ve solidarist tek-parti politikalarına geri dönüş sinyalleri vermek demek. Böylesi bir ekonomik indirgemecilik 1930'larda da 1950'lerde de Türkiye'ye büyük zarar verdi. Haydi o zaman ufuk dardı vs. Ama aynı zırvalar 21. yüzyılda yenirse ödenecek fatura çok kabarır. Diyarbakır cezaevi, kotrgerilla, zorunlu göç, baskı gibi devletin "hayırlı" icraatleri neticesinde bugün Kürt meselesi bu kadar giriftleşmiştir. Kılıçdaroğlu bu konuda suspus.

Yukarıdaki paragrafla bağlantılı olarak, Kılıçdaroğlu öğrencilere bol bol yurt vaat etmiş. Gümrük birliğinden de çekilmekten bahsetmiş. Çok tanıdık laflar, tanıdık bir zihniyet. İsmet İnönü, Recep Peker ve Şükrü Saraçoğlu el sallıyor!

Kapalı bir ekonomi, malımızı alanın malını alırız merkantilizmi, devlet güdümünde iktisat, devletleştirme furyası, tepeden inmecilik, elitizm. 1920'lerin ortasından bu yana Türkiye'nin canına okuyan o kabuğuna çekilmecilik çirkin başını bir kez daha gösteriyor.

Vaktinde Boğaz'a köprü yaptırmamak için saçmalayanlara gün doğdu. Fakirlikte eşitlenmeyi, tesviye makinesinden çıkmışçasına yontulmayı arzulayan varsa buyursun oraya.

Kılıçdaroğlu'nun söylemi, bu bilgiler ve doneler ışığında, bilindik Kemalist söylemden öteye gitmiyor. Bir yenilik yok şimdilik. Peki,millet niye durduk yere gaza geldi öyleyse, eğer söylem değişmediyse?

Uykum geldi, onun da cevabını yarın vereyim.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Sands of Sahara







Bugünlerde Dakar'da ortalık toz duman. Sebebi de, Moritanya'dan, Sahra Çölü'nden gelen çöl kumları. Dışarıda görüş mesafesini ciddi şekilde düşürüyor, bulandırıyor.

Sıcağı kestiği iyi de, mikrop taşıyormuş. Bu olmadı. Astım ve faranjit gibi hastalıkların belli başlı sorumlusu olarak gösteriliyor kendisi.

16 Mayıs 2010 Pazar

Karl Marx Fenerbahçeli miydi?

Bugün (16 Mayıs 2010) Türk Futbolu'nda büyük bir komedinin, bir kepazeliğin yaşandığı bir gün olarak kayıtlara geçecek.

Hem kendi evinde oynuyorsun, hem de on küsur sene önce, Trabzon'da 1-0 yenik duruma düşmüşken 1-2 maçı kazanıp Trabzonspor'u şampiyonluktan etmiş ve onun yerine sen şampiyon olmuşken, tüm Trabzon şehrinin, cümle Trabzonsporlu'nun Fener'e diş bilediğini ve o meş'um günün rövanşı için fırsat kolladığını biliyorsun.

Sana Trabzonspor'u evinde yenmek düşüyor. Yenersen, Bursa Kartal'ı yenmiş mi, yenmemiş mi bakmadan şampiyon olacaksın. Bir de üstüne üstlük, güzel oynayıp 1-0 öne de geçiyorsun.

Derken, berabere bitiyor maç, Bursa da Beşiktaş'ı yendiği için şampiyonluk parmaklarının arasından kayıp, Bursa'ya gidiyor.

Yahu siz bu filmin bir önceki versiyonunu 2006'da seyretmemiş miydiniz? Denizli'deydi hani....

İnsan akıllanır; bir ders çıkarır.

Haydi ilk seferi bir trajedi idi. Ama ya bu ikincisi?

Karl Marx üstad-ı azam ne buyurmuşlar 18 Brumaire'de?

"History repeats itself; first as a tragedy, second as a farce."

Evet, buna fars denir; komediden bile öte.

Fener şampuan oldu; yine!

6 Mayıs 2010 Perşembe

Facebook

Malumunuz, Facebook'un yeni bir özelliği çıktı. Ya da çoktan vardı da benim yeni haberim oldu. Tanımadığınız insanları size arkadaş olarak öneriyor. Eskiden hiç değilse arkadaşların arkadaşlarını "tanıyor olabilirsin" diye önerirdi. O mantıklıydı. Şimdi iş şirazesinden çıktı. Alakasız adamlar, tuhaf tuhaf kızlar ha bire Facebook tarafından karşıma potansiyel arkadaş olarak sürülüyor.

Afrikalı, Şilili bilmem nereden acayip tipler... En son, bir Türk kızcağızı koymuş karşıma, al bununla arkadaş ol diyor. Ulan kimdir bu dedim, baktım. Meğer hatunun 3584 adet arkadaşı varmış Facebook'ta. Yahu bir insanın nasıl o kadar çok arkadaşı olur, anlamıyorum. Benim otuz yıllık hayatımda tanıdığım insan sayısı 3000'i bulmaz. Şu an 1000 tanıdık say deseler sayamam. Mutlaka karıştırırsın, bu kimdi, bunu nereden tanıyorum diye.

Yuh yahu! Bula bula bu hatunu bulan Facebook'a da yuh.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

A Grecian Tragedy

Bir Forumda şu espriyi görmüştüm:

"-What is a Grecian urn?
-Three drachmas a day."

Uzun süredir Yunanistan'da yevmiye "üç drahma"dan katbekat fazlaydı. Espri, AB öncesi Yunanistan için geçerliydi; sanırım ekonomik kriz sonrası kemer sıkan Yunanistan için de geçerli olacak.

Yunanistan'da ne oldu da böyle oldu? Niye oldu? Bu soruları herkes gibi ben de soruyorum, kendimce bazı cevaplarım var.

Benim cevaplarımı tabii ki dünya görüşüm belirliyor. Olaylara baktığınız açı, gördüğünüz nesneyi de etkiler, algınızı belirler. O yüzden, hiçbir zaman "tarafsız, nesnel, objektif" olmaya inanmadım. Böyle olduğunu inananlar da ya aptaldır ya da yalan söylüyordur. Allah'ın bile bir bakış açısı var yahu!

Liberal görüşlü bir insanım, devlet memuru olsam da devletten hoşlanmıyorum. Devletin "zorunlu habis" olduğunu düşünüyorum; devletin küçüğü ve en az karışanı makbuldür benim için.

Durum böyleyken, Yunanistan konusunda resim bulanıklığını kaybediyor. Ama birşeyi belirtmeden geçemeyeceğim. Ben ekonomist değilim. Ama bu konuda yorum yapmak için de, bu konuyu anlayabilmek için de ekonomist olmaya gerek yok. Temel düzeyde ekonomi nosyonuna sahip olmak ve aritmetik bilmek yeterli.

Yunanistan AB'ye 1981, Eurozone'a ise 2001'de dahil oldu. AB neden ve neye istinaden Yunanistan gibi bir ülkeyi üyeliğe kabul etti, bilemiyorum. Bu yazının konusu da değil zaten. Ancak ortada ciddi bir problemin olduğu da aşikar.

Yunanistan'ın nüfusu 11 milyon. Ülkenin nüfus artış oranı düşük; yani nispeten yaşlı bir nüfusa sahip- Almanya kadar olmasa da. Ekonomisi turizm, tarım ve ticarete dayalı. Ticaretin önemli bir kısmını da gemi taşımacılığı/armatörlük oluşturuyor. GSMH'si ise 300 milyar doların üzerinde.

Öte yandan, Yunanistan'da sanayi az; ağır sanayi yok denecek kadar az. Teknolojik üretim yok. Hizmet sektörünü ise turizm domine ediyor. Yani ekonomide katma değer yaratımı düşük düzeyde seyrediyor. Bir İsviçre gibi markalaştığı bir ürün ya da hizmet yok denebilir, feta peyniri, zeytin ve zeytinyağını saymazsanız. İsviçre ise saat, bankacılık, sigortacılık, otelcilik gibi katma değeri yüksek sektörlerle ve üst-gelir grubuna hitap eden turizmiyle Yunanistan'dan ne kadar farklı!

Aldığı sattığı, geliri gideri belli olan bir Yunanistan, nasıl olur da sanayileşmiş bir ülke sayılır, bir refah devleti olarak etiketlenir? Nasıl olur da Yunanistan, halkına erken yaşta emeklilik sağlayabilir? Hans 67 yaşında emekli olabilirken, Yorgo nasıl olur da 47sinde emekli maaşına hak kazanır? Emekli maaşı nasıl olur da son üç aylık maaşın ortalaması olur? Nasıl olur da bir ülkenin üniversitelerinde ikide bir eylem olur, eylemciler ders yapılmasını engeller ve üniversite bilgisayarlarını kendi mallarıymışçasına evlerine götürebilir? Nasıl olur da bu adamlara hesap soran çıkmaz? Bir ülkede nasıl kafasına esen herkes grev yapar? On lira kazanan adam nasıl olur da yirmi liralık adam gibi yaşar?

İşte son soru, Yunanistan'ın durumunu özetliyor. Az çalışan, az üreten ama çok yatıp çok kazanan Yunanlı nasıl olur da iflas etmez? Bu değirmenin suyu nereden geliyor?

Anlaşılan o ki, değirmenci Angela ile Nicola imiş ve bir noktadan sonra "sana artık su yok!" demeye karar vermişler.

1980'lerden bu yana AB fonlarından yararlanan Yunanistan bugüne kadar yaklaşık 55 milyar Euroluk kaynak kullanmış. Bunlar, yatırıma dönüşsün, ekonominin çarklarını yağlasın, zenginlik ve katma değer yaratsın diye Yunanistan'a aktarılan paralar. Bunlarla otoyol yapması, limanları genişletmesi, üniversite inşa etmesi, var olan üniversiteleri reforme etmesi, yeni iş sahaları yaratması, devleti verimli ve şişkinliği alınmış bir antiteye dönüştürmesi gereken Yunanistan ise bu paraya ne yapmış bugüne kadar?

Rüşvet olarak ona buna vermiş, verimsiz yollar, olmadık yatırımlar yapmış, önüne gelene kredi olarak cülus bahşişi dağıtır gibi dağıtmış, işsizliği azaltmak için ipini koparanı memur kadrosuna almış, özel sektörü daralttıkça daraltmış, insanlara genç yaşta kıyak emeklilik sağlayarak, memurlara havadan para vererek sıradan insanları satın almış, toplumu uyutmuş ve hak etmediği bir hayat standardına alıştırmış. Vergi toplamamış, sendikalara esir düşmüş, ekonominin en temel kavramlarını bile halının altına süpürmüş.

Kırkbeşinde emekli olan insanları düşünün. Ortalama hayat süresi yetmişbeş yıl desek, bu adam son üç maaşının ortalamasının büyük bir kısmını otuz yıl boyunca almaya devam edecek. Bir daha çalışmadan, sürekli alacağı bu parayı devlet nasıl ve nereden bulacak? Tabii ki, çalışanlardan keseceği kesinti ve primlerden. Ama bunun da bir aritmetiği var. Bir çalışan, ülkeden ülkeye değişmek üzere, 1/3 kadar emekliyi karşılayabiliyor. Yani, gelişmiş ülkelerde üç çalışan bir emekliyi finanse ediyor desek. Şimdi, emekli maaşının yüksek olduğu Yunanistan'ı düşünürsek, belki dört, belki beş çalışan bir emekliyi finanse edebilecek. Nüfusu da yavaş artan bir ülke olduğuna göre, Yunanistan'daki tıkanmaya mahkum bir sistem. Bu sistemi düzeltmenin yollarından biri emekli maaşlarını düşürmek. Buna sendikalar razı olmuyor. Bir diğeri de emeklilik yaşını yükseltmek -mesela 65'e ve hatta 67'ye. Sendikacı ağalar buna da rıza göstermiyor. Zaten bu kadar çok emeklinin bulunduğu bir sistemde hiçbir siyasetçi bunlara cesaret edemez. Modern finansal kapitalizm her an vatandaşını satın almanı şart koşuyor. Hele bir de sosyal devletsen, "dadından yinmez!" Seçimler vs.

Yani, Yunanistan bu fasit daireyi kırmak için bir dışsallığa muhtaçtı. Bir anda petrol bulup Dubai olmak gibi. Gülmeyin, Angola'da olan şey bu. Gerçi Angola'da petrol parası halka eşit şekilde dağıtılmıyor veya halkın yararına kullanılmıyor ama kirli ve çürümüş rüşvet ekonomisinin bir süre daha sürdürülmesine izin verecek bir durum yaratmış durumda.

Yunanistan petrol bulmadı. Türkiye gibi müthiş, trilyon dolarlık "bor madeni" üzerinde de oturmuyor (!) Ya da Yunan ulusalcıları Türk ulusalcıları gibi bu "büyük" keşfi henüz yapamadı. Halbuki Yunanistan kardeş ülke. Azıcık bor madeni versek onlar da kurtulur. Hem bizde böyle kaz kaz bitmez maden dolu. Bor biter vanadyum başlar. O biter başkası bulunur, bizdeki avantacı takımının kısa zamanda köşeyi dönme, emek sarfetmeden kefeni yırtma sevdası bitmez. Yatırım, emek, çalışma, teknoloji, katma değer, inovasyon bunların hepsi hikayedir. Esas olan bor olur, petrol olur bir kaynak bulup üzerine kurulmak, iki adım yürümeye üşenen mirasyedi gibi oturduğu yerden hazıra konmaktır. Gelsin paralar tıkır tıkır, evin küçük oğlu hovardalık yapacak...

Ama bu ancak bizim dangalakların rüyalarında ve forward emaillerinde olur. Her biri Arap şeyhi olmak için içten içe can atan bu adamlar hayatta birşey kazanamaz. Hazıra dağlar dayanmaz.

İşte Yunanistan da bulamadığı petrolü -ve bor mineralini- Avrupa Birliği fonlarından gelen kredi ve hibelerle ikame etti. Yıllar yılı gelen bu paralar sanki geri ödemesi yokmuş, sanki sıfır maliyetliymiş ve hiç kesilmeyecekmiş gibi harcandı durdu.

Özelleştirme yapılamadı, kadroları şişirilen KİT'ler zarar ettikçe bunları kapatmak için AB fonlarını kullandılar.

Vergi toplayamadılar, farkı fonla kapattılar.

Memur üstüne memur alan devlet, işe saatinde gelmeyi memurlara fazladan para vermek için bir bahane olarak gördü. Bütçe açığı mı? AB fonları ne güne duruyor?

Bu sırada Yunanistan bir de Euro'ya geçti, Merkez Bankasının en büyük enstrümanlarından biri olan para arzını elleriyle Brüksel'e verdi.

Bu arada devlet habire borçlandı. Borcunu borçla kapatır hale geldi. Avrupa bankaları Yunanistan'a bu borcu vermekte beis görmedi çünkü:

1. Arkasında AB olduğu, bir şekilde borcunu ödeyeceği düşünüldü.

2. Yunanistan'ın tahvil notu gayet iyiydi.

Bu ikisi, Yunanistan'ın hak ettiğinden daha düşük bir faizle borçlanmasını sağladı. Borç daha da şişti.

Ama bir noktada çark dönmez hale gelince, Yunanistan'dan paralarını istemeye başladı bankalar.

Bu noktada Yunan ekonomisinin gelirlerinin giderlerini karşılamaya yetmediği anlaşılınca, daha doğrusu, karşılayamama oranının Yunanistan'ın iddia ettiği rakamdan çok daha yüksek olduğu, Yunanistan'ın 1990'ların son yıllarından bu yana habire istatistiklerini çarpıttığı anlaşılınca işler sarpa sarmaya başladı.

Şimdi Yunanistan'dan Fransız ve Alman bankaları paraları sökülmesini istiyor.

Bu durumda Yunanistan:

1. Parasını devalüe edip harcamaları ve tüketimi kısmak yoluna gidemez. Bu Brüksel'in elinde olan birşey. Drahmi'de kalsaydı olurdu ama Euro'da bu şansı yok.

2. Para basamaz. 1. maddeye bakın.

3. Maaşları reel olarak azaltır. Vergileri artırır. Kemer sıkar.

Şu an olan da bu 3. maddedir.

İşin ilginci, Yunanistan'a verilen kredi (140 milyar dolar) Yunan halkının cebine girmesi, Yunanistan ekonomisinin çarklarının dönmesi için verilmiyor. Fransız ve Alman bankaları kredilerini kurtarsın diye veriliyor. Nicolas ve Angela, Pierre ile Hans'ın parasını kurtarmak için Yorgo'yu sıkıştırıyor.

Geleceği düşünmeden, deliler gibi kamu harcaması ve lüzumsuz sosyal transfer yapan, rüşvetle mücadele etmeyen Yunan hükümetleri (başta Karamanlis olmak üzere), kendilerini satın almaya çalışan politikacılara sesini çıkarmayan, kendi işine geldiği sürece bu ahmaklığa, rüşvet ekonomisine ve suça iştirak etmekten çekinmeyen, eninde sonunda uyandırılacağı belli olan rüyaya inanmaya devam eden Yunan halkı, tahvil notlandırmasını dürüst şekilde yapmayan derecelendirme kuruluşları, Yunan hükümetlerinin istatistiki yalan ve madrabazlıklarına şerik olan Goldman Sachs, Yunanistan'ı denetlemeyen ve bugüne kadar şımartan AB ülkeleri... Suçlu ayağa kalk!

Yunan halkı Atina'da banka yakmış, adam öldürmüş. Biz hırsızların borcunu ödemeyiz diyor. Peki, hak etmediğin ikramiyeleri, fazladan ödemeleri cebe indirirken aklın neredeydi? Alman gibi kazanman, Alman gibi harcaman için Alman gibi çalışman gerektiğini neden düşünemedin? What goes up must come down.

Bir de suçu kabahati Almanlar'da, Naziler'de, hele hele Türkler'de aramaları yok mu!
Yok Almanya tazminat ödemedi, yok hırsızlığa ve vergi kaçakçılığına Yunanlılar'ı Türkler alıştırdı...

Müflis bakkal eski defterleri karıştırırmış.

It is time for pay up, Georgeos! You can run but you cannot hide.

Mavi Muammer





Ben çocukken böyle bir film vardı. Levent Kırca -daha o zaman Kanal D'ye geçip kendini tüketmediği, mizah adı altında pespayeliğin en adisini yapmadığı sıralar- Muammer isimli bir kimyageri canlandırıyordu. Saç dökülmesine ve kepeğe iyi geldiğini iddia ettiği "Mumi" marka bir şampuan üretmiş, reklam için kameraların karşısında arkadaşının -Sinan Bengier- saçını leğende şampuanlayıp yıkamıştı. Ama adamın saçı dökülmüştü.

Bu Muammer, hatırlayabildiğim kadarıyla bir de zamparalık yapmaya kalkışıyordu. Evine gittiği kadının kocası bir anda gelince, aceleyle küvete girmişti. Küvette de mavi boya olduğu için Muammer küvetten çıkar çıkmaz mavi oluyordu. Hence the title of the movie.

Filmle ilgili başka birşey de kalmamış aklımda. Ama komikti diye hatırlıyorum.

4 Mayıs 2010 Salı

Manyok





Resimlerde görülen patates benzeri sebzeye manyok deniyor. İngilizce'de "manioc" ve "cassava", Nahuatl dilinde "cuauhcamohtli", Wolof dilinde ise "nyambi" deniyor. Ana yurdu Amerika kıtası olan bu bitki, Kolomb sonrasında tüm dünyaya yayılmış. Genelde Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya'da yaygın. Bugün en çok manyok tarımı yapılan ülke Nijeryaymış.

Manioc tıpkı patates gibi, yer altında yetişen bir yumru bitki. Daha doğrusu bir bitkinin yumru kökü. Yine patates gibi manyokta da bol miktarda nişasta var. Ancak, patatesin aksine manyok lifli bir yapıya sahip. Bitkinin ortasından kalın ve yenilmeyen bir lif geçiyor.

Manyok Afrika'nın birçok yöresinde ana besin maddesi olarak yetiştiriliyor ve yeniyor. Tadının patatesi andırdığını ancak biraz daha şekerli olduğunu söylemek mümkün.

Bizim ofisin bahçesinde de manyok yetiştiriyoruz. Geçen gün kökleri söküp haşladık, bir güzel de yedik. Bununla her türlü patates yemeği yapılabilir diye düşünüyoruz. Manyok kızartması kulağa hoş geliyor. Patates oturtma yerine de manyok oturtma...

Manyok bitkisini çiğ olarak yemek de mümkün. Ben dün gece acıkınca öyle yaptım mesela. Ama hoşuma gitmedi.

Bugün öğle yemeğine, adı bende saklı aşçımız manyok haşlama, pilav ve yeşil fasulye yapmış. Pilava dokunmadık, manyok ve fasulye gayet güzel gitti beraber. Aşçıyı daha önce yerdik hatalarından ötürü; şimdi de övmek şart. Aferin, aşçı bayan X! Sen manyoktan anlıyorsun.

Türkiye'ye dönüşümde manyok getirmeyi planlıyorum. Bakarsınız bizimkiler yazlıkta, teyzemler de bağda manyok işini tuttururlar.

The Raven



"[...] this grim, ungainly, ghastly, gaunt and ominous bird of yore"

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Gargamel vs. Gargantua

Türkiye'ye dönmeme kısmetse 64 gün kaldı. Hazır fazla birşey kalmamışken; en çok sevdiğim işlerden birin yapayım: yemeklerden bahsedeyim. Daha açık konuşmak gerekirse, özlediğim yemeklerden bahsedeyim.

Öncelikle, burada sadece kelli felli, oturaklı tencere yemeklerinden bahsetmiyoruz. Hazırlanışı ne kadar kolay olursa olsun, yiyecek olarak nitelendirilebilecek her şeyi yemek kategorisinde değerlendiriyorum.

Sonra, bunlar Türk yemekleriyle sınırlı olmak zorunda da değil. Dünyanın tüm mutfakları birleşin! Hiçbir zaman kendimi Türk mutfağıyla sınırlamamışken, Senegal'de yarı aç, Temmuz ayında İstanbul'da yiyeceğim yemeklerin hayalini kurarken hiç sınırlamam ben! Hint, Çin, Japon, Meksika... hepsi yemektir benim için.

Üçüncüsü, yemeği ben hazırlamak zorunda değilim. Yani bu yazının konusunu oluşturan, her biri ayrı güzellikteki yemekler sadece benim yaptığım yemeklerle sınırlandırılamaz. Aksi olsaydı, sadece kısır, menemen, pilav, makarna ve birkaç önemsiz sebze yemeğinden mütevellit, dar bir mönü üzerine konuşuyor olurduk. Yemeğin makbulü, ehlinin yaptığı, ehlinin mideye götürdüğü yemektir. Ben yemeğin başkası tarafından yapılanını severim.

Kuralları belirledikten sonra, özlediğim ve Türkiye'ye döner dönmez yemeye hasretle girişeceğim yemekleri sıralamaya başlıyorum. Sıralama derken, sadece birinci sıradaki yemek bir hiyerarşik anlam ifade ediyor. O yemek, yiyecek, benim için yiyeceklerin kralıdır, şahıdır, şahbazıdır. Ondan sonrasında hiyerarşi, tercih, rağbet ve rüçhan aramak boşunadır.

Pehlivan tefrikası gibi uzattığımın farkındayım. Vallahi benim de karnım acıktı. Ama ne yaparsınız ki, işin tadı böyle çıkıyor. Sirkte gösteriye çıkan aslanlardan önce kırk saat artan hızda trampet çalıp seyirciyi coşturmaya benzer bir iş yapmaya çalışıyorum.

Without much further ado, I give you: Birinci sırada yoğurt geliyor.

Yoğurt. Bildiğimiz, beyaz, kaymaklı-kaymaksız, manda, koyun, inek yoğurdu. Ev yoğurdu, piyasa yoğurdu. Süzme yoğurt, normal yoğurt. Yoğurt bence dünya üzerindeki en güzel gıdadır ve Senegal'de bulunmuyor. Yoğurt olduğu iddia edilen şeyler krema. Yoğurt, tıpkı bizim evde yaptıklarımıza veya bakkaldan aldığımıza benzeyen şeydir. İçinde meyve olmaz. Yarım yağlı diye birşey olmaz. Yoğurt, yoğurt gibi yenmelidir.

Senegal'de Fransızlar ve Lübnanlılar yoğurt olduğunu iddia ettikleri kremle piyasayı doldurmuş durumda. Ben de yemek standartlarımı düşürmemek adına, bu cinayete ortak olmamaya baştan beri kararlıyım.

Ancak, yoğurt benim için güzel olduğu kadar faydalı da bir gıda. Gece bir iki kase yoğurt yedikten sonra mükemmel bir uyku çekiyorum. Yoğurt olmadığında uykudan istediğim randımanı alamıyorum. Senegal'de de yoğurtsuzluk canıma tak ettirdi. Türkiye'ye döner dönmez kase kase yoğurt yiyeceğim.

Kayseri'de benim çocukluğumda külek yoğurdu derler bir yoğurt olurdu. Külek diye yoğurdun içine konduğu, saplı, tahta kovaya derler. Kayseri ağzında külek kelimesi u ile ü arası bir sesle telaffuz edilir. Ayrıca bu külek yoğurdunun yüzünde de çörekotu olur, nazara karşı. Eskiden rahmetli dedeme köylü bir vatandaş getirir, kapıdan bize satardı. O zamanlar yoğurt yemeyi sevmezdim; halbuki neler kaçırdığımı yıllar sonra anlıyorum. Gerçi ben çocukken aşureyi de sevmezdim...

Yoğurdun tartışmasız birinciliğinden sonra, hiyerarşik olmayan sıralamaya devam ediyorum:

Sırada Whopper var. Demiştim size, Türk yemeği olmak zorunda değil diye. Senegal'de Burger King, McDonalds ve benzeri fast-foodlar yok. Uyduruk Lübnan fast-food zincirleri var. Dolayısıyla, o muhteşem Whopper ve acı sos bulmak mümkün değil.

Kirazı da unutmamalı. Gerçi Senegal'de kiraz ithal ürün olarak satılıyor ama hem satılan kirazlar iyi durumda değil, hem de aşırı pahalı. Şöyle bir Kemalpaşa kirazı... Sonra Napolyon, sarı kiraz vs... Neyse ki memlekette kirazdan bol birşey yok.

Dutu da çok özledim. Aslında, ben yıllardır duta hasretim. Ya dut olduğu vakit ben yokum (yurtdışı, asker vs) ya da ben varken dut yok. Birbirimizi görebildiğimiz o ender zamanlarda ise hırsımı dizginlemek zorunda kalıyorum. Çünkü çok dut yiyen pişman olur. Tecrübeyle sabit.

Salatalık da özlenenler listesinde. Burada, tıpkı ABD'de olduğu gibi, salatalıklar kocaman, kartoloş ve bizde ancak eşeklere verilir yesinler diye.

Salatalık ve yoğurt ikilisinin muhteşem füzyonu olarak cacık da bahsedilmeyi hak ediyor. Şöyle naneli sarımsaklı, kıvamında mis gibi kokulu cacık.

Mantı da listeye yerel gıda kapsamında giriyor. Ama hangi mantı? Hangi Atatürk? Hangi sol? Kayserili olduğum için burada bir parantez açmalı. Bizde bir sürü mantı tipi var. Bildiğimiz mantının (şu, kaşığa 40 tanesi sığanlar) yanı sıra, piruhi mantı derler bir mantı çeşidimiz dahi vardır. Teyzemin oğlunun Polonyalı sabık kız arkadaşı, kendilerinin de pirogi gibi bir adla bu mantıdan yaptığını söylemiş. Bu, üçgen şeklinde, içine et değil de peynir konan ve pişirilmeden önce kızartılan tür bir mantıdır. Favorilerim arasındadır. Ayrıca, az önce bahsettiğim normal mantıyı biz asla sumaksız yemeyiz. Sarımsaklı yoğurt ve sumak olmayan bir mantı düşünülemez. Bir diğer mantımız da yağ mantısıdır. Bu da böyle avuç içi kadar olup, bohça misali dört ucu bir araya getirilen dörtgen hamurun içine konan kıymadan müteşekkildir. Bunda da salça ve sarımsaklı yoğurt olmazsa olmazdır. Bilmeyenler çok yiyince hastalanır. O nedenle bilenler yemeli, bilmeyenler bakmalıdır. Son olarak, yağlama adı verilen bir tür mantı türevimiz vardır. Bundan başka bir yazıda uzunca bahsedeceğim için şimdilik adını vermekle yetineceğim.

İskender kebap, Adana, Beyti ve Lahmacun, buradaki Türk lokantasında o güzel tadı yakalayamadığım için burnumda tütüyor. Mesela kuşbaşılıyı iyi kıvırıyorlar, onu özlemedim ama bu saydıklarımı gider gitmez Gargantua misali bir oturuşta silip süpüreceğim.

Mezeleri genel olarak özledim ama en çok da acılı ezme. Buna Antep, Antakya tarafında "zengin" diyorlar. Bunu da Senegal'deki Türk restoranı pek kıvıramıyor.

Sarma ve dolma çeşitlerinin hiçbiri burada yok. Onları da yiyeceğim dönüşte.

Listeyi yazarken baktım ki midem de isyana başladı. İyisi mi, ben listeyi burada keseyim. Yoksa Senegal'de milli felakete sebep olabilirim.

What Not To Cook

Aşçımız, adını vermekten şimdilik vazgeçtim, Türk yemekleri yapmak hususunda alışılmadık derecede beceriksiz. Senegal yemeklerini bir Ümit Ustaymışçasına çok lezzetli bir şekilde yapan bu hanım kişi, iş bizim yemeklere gelince bir anda Mrs. Hyde kesiliveriyor.

Yemeğin içine hangi malzemeden ne kadar koyacağını bilemiyor; yanlış malzemeyle felaket düzeyinde kötü yemekler yapıyor. Düdüklü tencerenin ne olduğunu bilmiyor, hangi yağın nerede kullanılacağından bihaber. Cezayir’den hediye gelen düdüklü tencerede pilav yaptı.

Buna ek olarak, kendisi bir de takıntılı. Bazı malzemeleri bir yemeği olmazsa olmazı addedip, her yemeğe ondan ölçüsüzce koyabiliyor. Her yemeğe bolca soğan, tuz ve iri kıyılmış domatesleri fütursuzca koyan bu aşçı beni yemekten öyle soğuttu öyle soğuttu ki en sonunda soğanı toptan yasakladım. Tuz da koydurmuyorum. Şimdiki mücadelem domates üzerine.

Fakat, dediğim gibi, kendisi obsesif. Kuru soğanı yasakladım diye gitmiş kuru fasulyeye yeşil soğan doğramış. Benim binbir cefayla yaptığım kısırı kuskus pilavı sanıp pişirmiş. Domates yasağı koymama rağmen hala iri iri domatesler görüyorum yemeklerde. Yasak filan taktığı yok.

Geçenlerde menemen yapmasını öğreteyim dedim; nafile. Övünmek gibi olmasın ama iyi menemen yaparım. Ama bu kadına menemeni öğretemedim. Halbuki çok kolay.

Aslında problemin bir kısmı Senegal’in yemek kültürüyle ilgili. Senegal’de malzeme az: sebze dediğin genelde ithal ve çok pahalı. Süpermarkette dolma biberin kilosu 12 euro. Domates bile 1 euro. Böyle olunca, millet de eciş bücüş sebzeyi yemekte kullanıyor ucuz diye. Az çeşit sebze demek, az çeşit sebze yemeği demek. Bir de et konusunda sıkıntı var. Et pahalı, herkes alamıyor. Ayrıca sıcak bir iklime sahip olan Senegal’de koyunların eti az yağlı oluyor. Kuyruk yağı desen hiç yok; soğuk olacak ki hayvan yağ depolama ihtiyacı hissedecek.

Bir tek balık bol. Onu da soğuk hava deposu olmadığı için tuzlayıp saklayabiliyorlar. Ayrıca balığın iyisi Dakar’ı hiç görmeden doğrudan Avrupa pazarına satılıyor. İyi balık da çok pahalı. Mesela lagos balığı 15-20 euro filan. Bu haliyle sıradan insanların alması zor.

Tahıl olarak buğday yaygın değil. Pirinç Senegal’in her şeyi; ama ülkede yetişmiyor, Tayland’dan getiriyorlar. Manyok tarımı bol, tatlı patates hakeza.

Böyle olunca, ülkenin ana yemekleri çebucen (blogumdaki ilk makaleye gidiniz), çebuyap ve yasa’dan ibaret oluyor. Çebuyap pirinç-et demek. Sebzesi olmayan ve balığın yerine kırmızı et kullanılan çebucen düşünün. Yasa ise soğanla yapılan, adını dahi duymak istemediğim bir yemek.

Ülkede pirinç de biliniyor, dolma biber de. Ama biber dolması yok. Aslında dolma ve sarma çeşitlerinin hiçbiri yok. Coğrafi olarak Akdeniz ve Avrupa mutfaklarına uzak olması, buralarla etkileşime girmesini engellemiş.

Bu nedenle, bizim aşçı için soğan vazgeçilmez. Kadın domatessiz tuzsuz yemek düşünemiyor. İşkembe çorbasına soğan atacak kadar kendinden geçen bir insan için, benim gibi domates, soğan ve tuz yemeyen birini anlamak mümkün değil.

Bir dahaki makalede en çok özlediğim yemekleri sıralayacağım herhalde.

Tırnak

Az önce ofise gelen bir misafiri kapıya geçirmek üzere hareketlenmiştim. Derken, sekreterimizin, elinde koca bir tırnak makası ile, masa başında oturmuş, pürdikkat tırnaklarını kesmekle meşgul olduğunu gördüm.

Beni görünce tınmadı hanımefendi. Hadi ben yabancı değilim, misafirden de çekinmedi. Demek ki bunu ayıp bir hareket olarak görmüyor.

Bu tür insanların parmak uçlarına sarımsak, soğan ve piyasadaki en acı biberden sürmek istiyorum. Tabasco sos bu iş için bire bir; ama sosa yazık.

Eğer ortalık yerde tırnak kesmekte ısrarcı olurlarsa, parmaklarının uçlarına cetvelle vurmak lazım.

Delirttiler beni pazartesi sabahı.

2 Mayıs 2010 Pazar

Bak Allah'ın İşine Yahu!



Fotoğrafta görülen şey, Amerikalılar'ın Cashew nuts, Türkler'in Kaju, Fransızlar'ın ise Noix de Cajou dedikleri fıstık cinsi.

Bu nasıl fıstık diyebilirsiniz. Çekinmeden diyin; ben de öyle dedim çünkü. İnsanlarda böyle psikolojik bir durum var. Yanlış yaparım, millet bana güler, cahil derler gibi düşüncelerle kendi kendimiz üzerinde sosyal bir baskı oluşturuyoruz. Bunları aşmak lazım. Bana bunlarla gelmeyin.

Koordinatörümüz Mehmet Bey, Senegal'in güneyindeki Casamance (Kazamans) bölgesine gitmişti. Bu bölge güneyde Gine Bisau, kuzeyde ise Gambiya ile sınırdaş. Gine Bisau dünyanın en önemli kaju üreticilerinden birisi; en büyük ihraç kalemi kaju. Coğrafi yakınlık sebebiyle bu Casamance'da da bir miktar kaju yetiştiriliyor.

İşte bu seyahat dönüşü, Mehmet Bey bize biraz kaju getirmiş. Ben bunu görünce tropik bir meyve sandım. Aslında meyve olmasına meyve; ağaçta yetişiyor. Altındaki etli meyveyle dal arasında kaju bulunuyor. Sert bir kabuğa sahip. Kabuk kırılıyor ve birtakım işlemlerden geçirildikten sonra piyasaya sunuluyor.

Kaju çok pahalı bir fıstık türü. Bunun nedenini fotoğraftan çıkarmak mümkün. Her meyve sadece bir adet kaju üretiyor. Ayrıca bu mübarek yer fıstığı gibi yerde değil, ağaçta büyüyor. Gerçi bunun astronomik fiyatla bir alakası var mı bilmiyorum. Ama serbest çağrışımla düşünürsek, yer altından geçirilen telefon ve elektrik kabloları yerüstünden geçirilenlere göre daha az masraf çıkarıyor.

Meyve yenebiliyor. Dibindeki kısmı ısırıp atıyorsunuz. Bıçakla kesip atmaya kalkışırsanız monşer olarak nitelendirilme riskiyle, ve bununla beraber gelen etiket ve utancı ömür boyu taşıma tehlikesiyle başbaşa kalırsınız mazaallah. Karpuzu da ısıra ısıra yemiyor muyuz? Hamam dilimi karpuz yerken üzerine damlatmaktan büyük bir keyif var mı şu hayatta? İşte kaju meyvesinin tadı da dibini ısırarak atmaktan geliyor.

Sonra da, meyveyi ağzınıza atıp yemiyorsunuz. Kabuğu kalın. O dipte açtığınız delikten hüpletiyorsunuz ve monşerliğin son alamet-i farikasına da elveda diyorsunuz.

Gine Bisau bu meyveyi çokça üretiyor ama büyük oranda işlenmemiş olarak Hindistan'a satıyor. Hindistan bunları alıyor, kendi ülkesinde işliyor ve dünya piyasasına sürüyor. Herkes de bunu Hint kajusu diye biliyor. Hindistan da dünyanın en büyük kaju üreticilerinden olduğu için, bu operasyonla dünya kaju piyasasını elinde bulunduruyor. Gine Bisau'dan ölmüş eşek fiyatına aldıkları işlenmemiş kajuları işleyip -büyük bir katma değer yaratıp yani- piyasaya sürünce kat kat para kazanıyorlar.

Vakti zamanında Britanya tarafından sömürülen bir memleketin gün olup devran değişince sömürgecilik merdivenlerini nasıl da hızlı tırmandığını, en alt basamakta yine zavallı Afrikalı'nın bulunduğunu görmek çok can sıkıcı. Dünyada en büyük kötülüğü, vaktiyle kötülüğe uğramışların yaptığı bir vakıadır.

Allah uzun ömür versin, Halil Berktay derste bize William Auden'ın müthiş bir şiirini okumuştu. Filistinliler'e İsrail'in reva gördüğü zulmü sorduğumuzda bu şiiri okumuştu. Başından sonuna muhteşem bir eser olan bu şiir sadece bir iki mısraya indirgenmemelidir ama çok çarpıcı bu mısraları, konuyla ilgili oldukları için, yazıyorum. "Tam yerine rast geldi, manzara koyduk" hesabı:

"I and the public know,
What schoolchildren learn.
Those to whom evil is done,
Do evil in return."

Konuya geri dönersek, kaju fıstığını alıp envai çeşit sömürübazlıklar icra eden Hindistan ayrıca bu fıstığın kabuğundan da uçak boyasında kullanılan bir madde elde ediyormuş.

İlginç bir not olarak, Gine Bisau'da bu kaju plantasyonlarının en kallavisine sahip olan şahıs -galiba Lopez idi adamın soyadı- fahri Türk büyükelçiliği görevini de deruhte ediyor.

Gine Bisau dediğin memleket niye böyle Mehmet Şahin gibi adam ismine benziyor diye soracak olursanız; Afrika'da birbirine bitişik iki tane Gine bulunuyor. Muhtelif Gine'ler başka coğrafyalarda da mevcut. Yani bu Gine adı çok bereketli. Allah'a şükür, toprağa diksen, on yılda durduk yerde çoğalıyor, başka başka Gineler tomurcuklanıyor. Bir de aynı kafadan Guyana var ki, o apayrı bir derya.

Dünyanın belli başlı Gineler'i şöyle: Gine Bisau, Gine, Ekvator Ginesi, Papua Yeni Gine. Bunlardan Papua Afrika'da değil, Avustralya'nın hemen kuzeyinde bulunuyor. Diğerleri Afrika'da. Gine Bisau ile Gine bir de komşu. Hani şu Atatürk'ün Kemal ismini aldığı meşhur menkıbede öğretmen buyurur ya "bundan kelli senin adın Mustafa Kemal olsun!", işte onun gibi, büyük Gine çıkıp alicenaplık örneği göstererek, yavru Gine'ye -ileride realiteye dökeceğine inandığı büyük potansiyele hürmeten- "Sen de Gine, ben de Gine. Bundan böyle senin adın Gine Bisau olsun!" şeklinde buyurmuş.

Aslında Bissau diye yazılan bu isim, ülkenin başkentine ait. Yani, Gineler'den Bissau başkentine sahip olanı demek isteniyor. Zaten, coğrafi olarak daha büyük olan Gine'ye de yine karışmaması için yine başkentine referansla Gine Conakry diyorlar.

Peki, bu davulumbazlar neden birleşmeyi akıl edememişler? Biri de çıkıp "ulan ikimizin de adı Gine, dilimiz bir, dinimiz bir, nedir bu ayrılık gayrılık!" dememiş. Çünkü kazın ayağı öyle değil.

Bir defa Gine Bisau'yu Portekiz, Conakry'yi ise Fransa kolonize etmiş. Kolonyal sınırlar bağımsızlık sonrasında milli sınırlara dönüşüvermiş. Tıpkı Senegal ve Gambiya örneğinde olduğu gibi. Kolonyal sınırlar demek, her bir ülkenin ayrı resmi dili olması, ayrı bir muz cumhuriyeti hüviyetine sahip olması demek. Zaten zamanında Senegal ile Gambiya birleşerek Senegambiya adı altında bir devlet oluşturmaya çalışmışlar ama olmamış, olduramamışlar. Gerçi böylesine yaratıcılık kokan bir isimle başarıya ulaşamamış olmalarının da hayırlı bir yanı var. Bizim belediye başkanları -Melih Gökçek başta olmak üzere- bu adlandırma yaratıcılığından çokça nasiplenmişler. Ankaray, Kayseray vs.

Muz cumhuriyeti diye, tek bir zirai ürünün ihracatına dayalı bir ekonomiye sahip, ufak, kolonileşme sonrası bağımsız olmuş devletlere deniyor. Misal Kosta Rika gibi Latin Amerika devletlerinde muz ülkenin en büyük ihraç kaynağı. Gine Bisau'da da muz yerine kaju var. Gine Conakry'nin daha geniş bir ihraç ürün yelpazesi var: boksit, petrol, muz vs.

Bir ülkenin tek bir cash crop'a bağlı bir ekonomiye sahip olması feci bir durum. O ürünün fiyatına endeksli bir ekonominiz ve siyasetiniz var demektir. Muz fiyatlarıyla coşan, muz fiyatlarıyla hüzünlenen bir ekonomiden kime ne hayır gelir?

Tahmin edersiniz ki, bu cins ülkelerde yabancı parmağı, darbeperver generaller, kuraklıkta telef olan insanlar gibi tv'lerde görüp üzüldüğümüz manzaralar eksik olmaz. Özellikle de, yediğiniz ithal muzların markalarına dikkat buyurunuz. Dole filan gibi az sayıda güçlü şirket, bu ufacık devletleri parmaklarında oynatıp madara ediyor, halklarını sömürüyor. Sömürü merdiveninin ara basamaklarında da sömürülen ülkenin siyasetçi ve bürokratları, ve az sayıda yerli burjuva (komprador burjuvazi) bulunuyor.

Bu yazı böyle emeğin sömürülmesi, komprador burjuvazi filan derken fazla sosyalist bir tonda oldu. Bunu dünkü 1 Mayıs'a veriyorum. Bünyede biraz tortusu kaldı bir gün sonrasında bile.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bilmece

Si ton tonton tond ton tonton, ton tonton sera tondu par ton tonton.

"Eğer senin amcan senin amcanı biçerse, senin amcan senin amcan tarafından biçilmiş olacak."

Bizim bilmecelerde hiç değilse bir anlam olur. Elaleminkinde o da yok.

30 Nisan 2010 Cuma

Gurur ve Ta'assub


Pride and Prejudice (bundan sonra P&P olarak anılacaktır) romanının Farsça tercümesi bu başlığı taşıyormuş. Türkçe'ye ilk tercümesi de Aşk ve Gurur şeklinde olmuş ne hikmetse. Sonradan, İş Bankası Yayınları'ndan çıkan en son basımında adı orijinaline uygun olarak Gurur ve Önyargı oldu. Bu basımın tercümesi Hamdi Koç'a ait, ve bence mükemmel olmuş.

Jane Austen'in belki de en bilinen romanı olan P&P, benim çok geç bir vakitte keşfettiğim bir edebi şaheserdir. Askerdeyken, o zamanlar Konya'da bulunan Personel Okulu'nun kütüphanesinde bulmuş ve gece gündüz nefes almaksızın okuyarak bitirmiştim. Hâlâ ara sıra hem Türkçe hem de İngilizce'den okurum, her seferinde büyük keyif alırım.

Ben geç keşfetsem de, P&P sadece İngiliz edebiyatının değil, tüm dünya literatürüne büyük bir şaheser olarak damgasını vurmuştur. Ancak, tıpkı Hamdi Koç'un da önsöz'de belirttiği gibi, çok mucizevi bir şekilde edebi bir şaheser mertebesine ulaşmıştır P&P.

Bir defa, P&P bir Harp ve Sulh gibi epik bir roman değildir; romanın kahramanları Lizzy Bennet bir Natascha Rostova, Fitzwilliam Darcy de bir Pierre Bezukhov derinliğinde işlenmemiştir.

Anna Karenina gibi toplumsal beklentileri deşen, toplumu baştan sona sorgulayan ve kendi kendiyle yüzleşmesine imkân sağlayan, sonu gelmez tahlillerle insan psikolojisinin dipsiz derinliklerine inen bir roman da değildir.

Bir Wuthering Heights'taki ihtiraslı Heathcliff karakteri yoktur; bir Tristram Shandy gibi yüzyıllar ötesine ışık tutan, avant-garde bir eser de değildir. Edebi olarak bir yenilik getirmemektedir.

Ne Suç ve Ceza'nın ne de Faust'un "oturaklılığına" sahiptir; tam aksine konusu çok önemsiz sayılabilir. Kızlarla oğlanların aşk oyunları gibi çok bilindik bir temayı ele alır.

Ancak bütün bunlara rağmen P&P çok ünlü, çok okunan ve çok refere edilen bir eserdir. Şüphesiz ki Tolstoyvari bir derinliği yoktur ama Lizzy ile Darcy'nin kişilikleri çok tatlı bir şekilde yansıtılır romana. İnsanı tanımak için ilk 150 sayfanın yetmediğini, bir 150 sayfa daha okumak gerektiğini gösterir. Madalyonun bir de öteki yüzüne bakmaya teşvik eder okuyucuyu.

Lizzy bir Heathcliff olmasa da romanı ve okuyucusunu sürükleyebilecek tutkuyu taşır; ona sempati duyar, onunla üzülür, kahrolur, onunla sevinir okuyucu.

Darcy bir Pierre olmayabilir ama, o da kendini bir iç hesaba çeker; o da aradığı şeyin gözü önünde olduğunu kabullenir zamanla.

Centilmen Tristram Shandy gibi mükemmel bir anlatıcı bulunmayabilir, ama P&P'nin birçok karakteri, başta Lizzy ve babası Mr. Bennet olmak üzere, çok keskin ve ironik bakış açılarıyla kendi ahmak akrabaları Mr. Collins ile bir güzel dalgalarını geçerler.

İlginçtir, ben ne Emma'yı, ne de Sense and Sensibility'yi bu kadar sevdim. Sense and Sensibility'de bir adalet problemi olduğunu, Edward Ferrars'ın kaybettiği, Lucy Steele'in kazandığı bir romanın eksik kaldığını düşündüm hep. Bana Dashwood sisters Co. hiçbir zaman Lizzy ve Jane'in sıcaklığını vermedi. Willoughby bana hiçbir zaman Wickham kadar "oyuncu" gözükmedi. Ferrars'dan Darcy tadını alamadım. Üstelik bir Mr. Bennet, bir Mr. Collins olmadan o roman hep eksik kalır benim gözümde.

P&P'yi önemli kılan bir diğer unsur ise, 18. ve 19. yüzyıldaki sınıfsal hareketleri, sosyal gelişmeleri çok hafif bir şekilde aktarması. Bir Oliver Twist, Bir A Tale of Two Cities filan değil; insanın gözüne gözüne sokmuyor sınıf çatışmasını. Jane Austen de zaten Emile Zola gibi odun sertliğinde gerçekleri yazan bir yazar değil. Çok daha hafif konulardan bahsederken, o dönemin şartlarını ve değişimlerini de alttan alttan anlatan biri. Darcy'nin ve Bingley'nin zenginliklerinin kaynağının sadece bir cümle ile ayrılması, kontrastın kısaca ifade edilmesi hep bu incelikten. Ama tabii birçoğu için -özellikle de dönemdaşları için- Austen suya sabuna dokunmayan, "aşk-meşk, dedikodu" yazarıdır.

Peki, romanın konusu ne? O kadar lakırtıdan sonra artık biraz bilgi vermek lazım. Bir Bennet ailesi var. Romanın asıl kahramanı olan Lizzy bu ailenin beş kızından en büyük ikincisi. En büyüğü ise şirine Jane. Jane çok güzel ve herkes hakkında iyiyi düşünen, nikbinliğin dibine vurmuş, optimizmin, Polyannacılığın kitabını yazmış bir genç kız. Küçük hemşiresi Lizzy ise Jane'i insanların kusurlarını görememekle itham eden, herşeye daha eleştirel ve dolayısıyla gerçekçi bakabildiğini düşünen, "witticism" ve "sarcasm" dolu bir genç hanım. Ablası kadar güzel olmasa da o da "moderately tolerable" bulunuyor erkekler tarafından. Ailenin diğer üç kızı ise daha az önemli. Mary kendini kitaplara vermiş bir pseudo-entellektüel; kendi güvensizliğini toplumu küçümseyen bir entellektüelizm perdesinin arkasına gizliyor. Ama hiç değilse uçarı değil. Kitty ve Lydia ise ailenin en küçük, ele avuca sığmayan, ve babalarının deyimiyle en aptal, iki üyesi. Genç kızlığa adım attıkları bu zorlu günlerde akılları fikirleri erkekler ve elbiselerde. "Anasına bak kızını al" sözü uyarınca, bunca ahmağı doğuran bir de anne var ve o da en küçük iki yavrusuyla aşık atar derecede ahmak. Haydi çocukların bahanesi genç olmaları diyebilirsiniz. Ama kadının da ahmaklık için iyi bir bahanesi var: beş tane bekar kızı var ve en azından birinin çok zengin bir erkekle evlenmesi gerekiyor. Niye? Romanı okuyun da öğrenin.

Ailenin babası ise tam bir sabır küpü. Kızı Lizzy o müthiş iğneleyici mizah anlayışını babasından tevarüs etmiş. Adam böyle moron bir kadınla yirmi küsur yıl evli kalmış olmanın getirdiği birtakım yaraları taşıyor. En büyük iki kızı haricinde ailenin geri kalan üyelerini, karısı da dahil, takmıyor. Ne halleri varsa görsünler diyerek iplerini çözmüş.

Romanın diğer ana karakteri ise adıyla sanıyla Mr. Fitzwilliam Darcy. Böyle Fitz olduğuna bakmayın; ailenin gayrı-resmi çocuğu filan değil; çok zengin ve TOPRAK SAHİBİ aristokrat bir ailenin (landed aristocracy) tek oğlu, kendinden on yaş küçük bacısı Georgiana'ya anne ve babaları ebedi istirahatgâhlarına yolcu edildikten sonra hem ağabeylik hem de babalık eden, Küçük Emrah'ın upgraded versiyonu bir kardeşimiz. Hemi yakışıklı, hemi zengin, bir de pabuç kadar dil, daha bir genç kız ne ister? Yok işte öyle değil.

Romanda başka güzide karakterler de var. Mr. Collins mesela, baba Mr. Bennet ile beraber, benim favori karakterim. Tabii anne Mrs. Bennet da bir diğer sevdiğim karakter. Sonra Lady Catherine De Bourgh olsun, Mr. Wickham olsun, kötü karakter de eksik değil.

Tabii bu denli ünlü bir eser sinemaya da uğramış. Benim şahsen seyrettiğim 2005 versiyonunda Lizzy'yi kamyon çeneli Keira Knightley, Darcy'yi de Matthew Mcfadyen canlandırıyor. Jane rolünde de hakikaten dünyalar güzeli Rosamund Pike var. Gerçi Caroline Bingley rolündeki Kelly Reilly arch-nemesisi Keira'dan çok daha güzel olmuş -olmaması gerekirdi- ama olsun. Film fena değil.

Ama bir de BBC dizi uyarlamaları var. O Ekşisözlükte milletin ayıla bayıla övdüğü 1995 versiyonu mesela. Lizzy'yi böyle tombul tombul Jennifer Ehle oynuyor. Eh, fena değil. Güzel değilse de sevimli. Yakışıklı değil ama sempatik lafının kadın versiyonu. Darcy'yi Colin Firth oynuyor ki, tamam ona lafım yok, adam aslanlar gibi çıkmış oynamış. Helali var. Ama o Jane yerine şabalak bir hatunu oynatmışlar ki, felaket olmuş.

Gerçi bir de şu var: 95 BBC dizisindeki kadın karakterlerle 2005 sinema versiyonundakileri karşılaştırınca, ikincisinin hep sıfır beden kürdan kadınlardan teşekkül ettiği görülmüş. Yani Holywood yapmış yine yapacağını; kendi yarattığı estetik anlayışını iki yüzyıl öncesine bile dayatmış. Gerçeğe yakın olansa tabii ki balık etli hatunların oynadığı BBC dizisi.

Ama ben şahsen diziden öyle çok bir tat almadım. Ekşisözlük'deki klasik bir sosyal psikolojik güdülenme vak'ası olduğunu düşünüyorum. Benim için her zaman roman önce gelir.

Tercümenin bu kadar başarılı olmasının nedeni, Hamdi Koç'un orijinal iğnelemeleri ve hınzırlıkları Türkçe'ye çok başarılı bir şekilde geçirebilmesidir. Başkaları pek beğenmemiş olabilir; ben çok sevdim bu tercümeyi. Diğer versiyonları da okudum; Hamdi Koç'un tercümesinin akıcılığı diğerlerinde yok.

Kitabı internetten orijinal dilinden okumak isteyenler şuraya bakabilir.

P&P'nin bir diğer özelliği de, Anna Karenina ve Moby Dick ile beraber en ünlü açılış cümlelerinden birine sahip olmasıdır. Yazımı, bu cümle ile bitirmek istiyorum:

"It is a truth universally acknowledged, that a single man in possession of a good fortune must be in want of a wife."

Ben Bekçinin Horlayanını Severim

Senegal'deki ofisimiz Fann Mermoz Corniche Ouest diye tabir edilen bir semtte, Kordonboyu olarak nitelendirilebilecek bir bulvarın üzerinde bulunuyor. İki katlı, bahçeli bir villamız var.

Afrika'da değişmez bir kural olarak, zenginlerin, bilhassa da zengin beyazların yaşadığı villalar bekçiler tarafından korunuyor. Bekçisiz villa yok.

Bekçi dediğim ise, ayda bir avuç paraya çalıştırılan, silahsız adamlar. Senegal'de en düşük maaşlı kişiler bunlar olabilir. Çünkü iş herhangi bir nitelik gerektirmiyor. Var olmak gerekli ve yeterli tek nitelik. Öyle gürbüz, çamyarması filan gibi şartlar aranmıyor.

İşin tuhaf yanı, adamlara silah verilmediği için, hırsızlara karşı yapabilecekleri pek bir şey de yok. Eğer güçlü kuvvetliyse boğuşabilir, değilse bağırır çağırır, o kadar. Öyle Avrupa'daki gibi hırsızı görünce polise telefon edip sakince bir köşede bekleme opsiyonu da geçerli değil. Yani bu villalarda yaşayan insanların, eğer alarm gibi özel birtakım tedbirleri yoksa, işleri Allah'a havale.

İşte bizim bekçilerimiz de böyle. Nöbetleşe bekçilik yapan bekçilerimizin bir ilginç yönü de uyuyarak nöbet tutmaları. Dünya nöbetçilik literatürüne "uyurken ev korumak" metodunu kazandıran bekçilerimiz, ofis binasının kapısının önünde (zincirleme isim tamlamasına gel!) yatıp uyuyarak emniyetimizi sağlıyorlar.

Yattıkları yer de benim odamın tam altı. Ben zemin katta değil, birinci katta kalıyorum ama penceremin altında bir bekçinin uyuyor olması bana nasıl bir güven, nasıl bir huzur veriyor bilemezsiniz. Çünkü, bu hayatta hiçbir şey, uyuyan bir bekçi kadar hırsızları çeldirici olamaz.
Eskiden Galyalılar boş yere Romalılar'a karşı uyuyan kazları bekçi yapmamış. İnsanın uyuyanı bekçi olur da kazınki olmaz mı?

Demek ki, iyi bir bekçi olmanın ilk şartı, iyi uyuyabilmek. Ne kadar derin uyursa bir insan, o kadar başarılı bir bekçi olur. İyi uykunun bir diğer bileşeni de horlamak. Horlayan bir insan sadece iyi ve derin bir uyku uyumuyordur. Aynı zamanda uykudan keyif, hatta zevk alıyordur.

Horlamanın bir bonusu, hırlıya hırsıza, uğursuza "burada iyi bir bekçi uyuyor" dedirtmesi, yedi düvele korku salmasıdır. Horultuyu duyan hırsız, o evin iyi korunduğunu anlayacak, başka evlere yönelecektir.

Gerçi bunun bir üst "level"'ı da uyurgezer bekçi. Yani uyurgezer bekçiniz varsa, emin olabilirsiniz ki, adam bir yandan uyuyarak bekçiliğin en temel görevini eda edecek, bir yandan da uyurken gezerek bahçenin her bir köşesini kolaçan edecek. Tabii, hem horlayan hem de uyurgezer olması bir bekçi için crème de la crème bir durumdur. Bekçiler kralıdır o bekçi. Gözünüz kapalı, koca memleketi bile emanet edebilirsiniz.

Bizim bekçiler maalesef o kadar elit değil. Seyyar değiller; uyurken sabit duruyorlar şimdilik. Ama en tecrübelileri esaslı horluyor. Bilmeyen biri kolaylıkla aslan kükremesi sanabilir. Zaten bizim ofisin Dakar'da "Aslanlı Ev" diye bilinmesinin nedeni de bu. Benim pencerenin altında uyuduğu için genelde o uyurken ben uyuyamıyorum horultusundan. Yani insanı böyle gece ayakta tutma gibi bir fonksiyonu da var.

Diğerleri daha genç ve toy oldukları için o kadar gürültülü horlayamıyorlar. Yavaş yavaş olacak inşallah. Roma bir günde kurulmadı, Dünya bile 6 günde yaratıldı. Bu işler emek ister, tecrübe ister.

Tabii günlerinin tamamını uyuyarak, yani "teyakkuz" halinde geçirmiyorlar. Arasıra, böyle dinlenmek icab ettiği zaman çekirdek çitiyor, yer fıstığı yiyorlar. Bu aktiviteler asla ama asla tek başına gerçekleştirilmiyor; mutlaka komşu villaların bekçileriyle sosyalleşme vesilesi haline getiriliyor. Aynı zamanda bir nevi Milli Güvenlik Kurulu toplantısı niteliğini taşıyan bu faaliyetlerde iç ve dış tehdit kavramları üzerine mütâlâda bulunan bekçiler, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu zorlu günlerde alınması gereken asayiş tedbirleri hakkında fikir teatisinde bulunuyorlar. Böylece, dahili ve harici bedhâhlara da gözdağı verilmiş olunuyor.

Hasılı, bekçilik kolay iş değil.

29 Nisan 2010 Perşembe

Afrika Rönesansı. Yersen.

Senegal, tüm fakir ülkeler gibi, halk fakir yaşarken, zaten kısıtlı olan imkanlarını çarçur eden bir ülke.

Dakar'ın ve dolayısıyla Afrika kıtasının en batı noktası olan noktada Afrika Rönesansı adlı bir heykel yaptırıldı. Nisan ayı başında da açılışı oldu.


20 küsur milyon dolara patlayan bu "eser" tam bir para israfı. Millet hakikaten çöpten yiyecek toplarken böylesine akıllara seza bir işe kalkışmak az görülür.

Heykelin sanat değeri meselesi var ki, Stalinisk ve olabildiğince grotesk bir şekilde yapılmış olan bu heykelden daha kitsch bir eser daha düşünemiyorum. Ancak ve ancak o meşhur "Ağlayan Çocuk" portresini devasa boyutlarda büyütüp Dakar meydanına assalar bu lezzeti, bu kitsch seviyeyi yakalayabilirlerdi. "Ağlayan Çocuk" da ne prim yaptı Türkiye'de ama... Minibüslerin arka camlarında, über-bilimsel Sızıntı dergisinin ilk kapağında, dersane duvarlarında... Biz kitsch sanattan hoşlanıyotuz arkadaş.

Demek ki, getirsek bu Rönesans heykelini Ulus Meydanı'nın göbeğine değil de göbeğindeki heykelin karşısına diksek hiç sırıtmayacak. Millet bakıp bakıp "vay yavrum, seni ağlatan eller kırılsın!" filan deyip "hisli duygularla" empati kuracak. Senegal halkının/devletinin önlenemez kitsch sevgisiyle empati kuruyoruz. Bakınız, bizim de kendi nurtopu gibi Rushmoreımtrak kitsch'imiz olmuş bile:


Her neyse, Senegal'e dönelim. Tabii, deli deliyi tekkede, hacı hacıyı Mekke'de bulurmuş misali, bu avant-garde abideyi inşa etme işi Kuzey Kore'ye tevdi edilmiş. Kim İl Sung ve onun sadık evladı ve elçisi Kim Jong İl için devasa abideleri büyük bir zevkle ve iştiyakla haldır huldur yapmakta olan bu devlet için, "Afrika Rönesansı" çerez kalırdı. Kaldı da nitekim. Abidenin bitiminin ardından artan malzemeyle her biri yumruk kadar yumruk kadar miniminnacık "Afrika Rönesansı" heykelleri üretip spot piyasaya sürmeyi planlıyorlarmış. "Herkes bir tane alsa bir Euro'dan, 13 milyon heykel satarız; o da 13 milyon Euro yapar, yol masrafını çıkarırız" diye hesap kitap yapan Koreli kaynıyor ortalık.

Gerçi ben o abideyi layıkıyla yapacak başka bir ülke daha biliyorum, şöyle seri üretim heykel imal etmek suretiyle sanatta Fordizm tadı yakalamayı başarmış, "tükürürüm böyle sanatın içine!" diye sanata gönül veren yiğitleri bağrından çıkarmış, başkentinin her köşesine keçi heykeli dikecek kadar plastik sanatlar meftunu, müzelerdeki antik heykellerin cinsel organına sünnet operasyonu düzenleyecek kadar sanat sevdalısı gençleri barındıran bir ülke var. Hem böyle heykel tandansı var bu ülkede, hem de "dünyanın en büyük x'ini yapacağız." diyecek kadar büyüklük merakı. Hem bunlar o yumruk büyüklüğündeki heykelleri kendi memleketlerinde de devlet dairelerine koyar, kendi vatandaşına da satardı. Üstelik o heykellerin malzemesinden de çalar, içine deniz kumu koyardı. Afrika Rönesansı heykelinin alnında deniz kabuğu.... Neyse, fırsat kaçmış sayılmaz. Senegal kaçtıysa Venezuela var. Kitsch-perver diktatör biter mi dünyada!

Konu yine dağıldı. Heykel sanat bakımından facia. Ama bir de işin absürd bir yanı var. Yani şimdiye kadarki kısmından daha absürd bir durum mevcut:

Abideyi çizen, tasarlayan kişi Senegal'in mevcut cumbabası. Hazret-i şahaneleri sanattan anlıyor. Heykelin turistleri çekeceğini ve kısa sürede kendini amorti edeceğini söyleyerek ekonomi ve turizmden de aynı ölçüde anladığını, bu işin piri olduğunu da ispatladı.

Bitmedi. En güzeli de şu: bu zat, şimdi abidenin fikir babası ve mimarı olması hasebiyle yüzde otuz beş telif ücreti istiyor.

İşte Afrika Rönesansı böyle. Albert Speer bunları görse gözleri nemlenirdi.