30 Nisan 2010 Cuma

Gurur ve Ta'assub


Pride and Prejudice (bundan sonra P&P olarak anılacaktır) romanının Farsça tercümesi bu başlığı taşıyormuş. Türkçe'ye ilk tercümesi de Aşk ve Gurur şeklinde olmuş ne hikmetse. Sonradan, İş Bankası Yayınları'ndan çıkan en son basımında adı orijinaline uygun olarak Gurur ve Önyargı oldu. Bu basımın tercümesi Hamdi Koç'a ait, ve bence mükemmel olmuş.

Jane Austen'in belki de en bilinen romanı olan P&P, benim çok geç bir vakitte keşfettiğim bir edebi şaheserdir. Askerdeyken, o zamanlar Konya'da bulunan Personel Okulu'nun kütüphanesinde bulmuş ve gece gündüz nefes almaksızın okuyarak bitirmiştim. Hâlâ ara sıra hem Türkçe hem de İngilizce'den okurum, her seferinde büyük keyif alırım.

Ben geç keşfetsem de, P&P sadece İngiliz edebiyatının değil, tüm dünya literatürüne büyük bir şaheser olarak damgasını vurmuştur. Ancak, tıpkı Hamdi Koç'un da önsöz'de belirttiği gibi, çok mucizevi bir şekilde edebi bir şaheser mertebesine ulaşmıştır P&P.

Bir defa, P&P bir Harp ve Sulh gibi epik bir roman değildir; romanın kahramanları Lizzy Bennet bir Natascha Rostova, Fitzwilliam Darcy de bir Pierre Bezukhov derinliğinde işlenmemiştir.

Anna Karenina gibi toplumsal beklentileri deşen, toplumu baştan sona sorgulayan ve kendi kendiyle yüzleşmesine imkân sağlayan, sonu gelmez tahlillerle insan psikolojisinin dipsiz derinliklerine inen bir roman da değildir.

Bir Wuthering Heights'taki ihtiraslı Heathcliff karakteri yoktur; bir Tristram Shandy gibi yüzyıllar ötesine ışık tutan, avant-garde bir eser de değildir. Edebi olarak bir yenilik getirmemektedir.

Ne Suç ve Ceza'nın ne de Faust'un "oturaklılığına" sahiptir; tam aksine konusu çok önemsiz sayılabilir. Kızlarla oğlanların aşk oyunları gibi çok bilindik bir temayı ele alır.

Ancak bütün bunlara rağmen P&P çok ünlü, çok okunan ve çok refere edilen bir eserdir. Şüphesiz ki Tolstoyvari bir derinliği yoktur ama Lizzy ile Darcy'nin kişilikleri çok tatlı bir şekilde yansıtılır romana. İnsanı tanımak için ilk 150 sayfanın yetmediğini, bir 150 sayfa daha okumak gerektiğini gösterir. Madalyonun bir de öteki yüzüne bakmaya teşvik eder okuyucuyu.

Lizzy bir Heathcliff olmasa da romanı ve okuyucusunu sürükleyebilecek tutkuyu taşır; ona sempati duyar, onunla üzülür, kahrolur, onunla sevinir okuyucu.

Darcy bir Pierre olmayabilir ama, o da kendini bir iç hesaba çeker; o da aradığı şeyin gözü önünde olduğunu kabullenir zamanla.

Centilmen Tristram Shandy gibi mükemmel bir anlatıcı bulunmayabilir, ama P&P'nin birçok karakteri, başta Lizzy ve babası Mr. Bennet olmak üzere, çok keskin ve ironik bakış açılarıyla kendi ahmak akrabaları Mr. Collins ile bir güzel dalgalarını geçerler.

İlginçtir, ben ne Emma'yı, ne de Sense and Sensibility'yi bu kadar sevdim. Sense and Sensibility'de bir adalet problemi olduğunu, Edward Ferrars'ın kaybettiği, Lucy Steele'in kazandığı bir romanın eksik kaldığını düşündüm hep. Bana Dashwood sisters Co. hiçbir zaman Lizzy ve Jane'in sıcaklığını vermedi. Willoughby bana hiçbir zaman Wickham kadar "oyuncu" gözükmedi. Ferrars'dan Darcy tadını alamadım. Üstelik bir Mr. Bennet, bir Mr. Collins olmadan o roman hep eksik kalır benim gözümde.

P&P'yi önemli kılan bir diğer unsur ise, 18. ve 19. yüzyıldaki sınıfsal hareketleri, sosyal gelişmeleri çok hafif bir şekilde aktarması. Bir Oliver Twist, Bir A Tale of Two Cities filan değil; insanın gözüne gözüne sokmuyor sınıf çatışmasını. Jane Austen de zaten Emile Zola gibi odun sertliğinde gerçekleri yazan bir yazar değil. Çok daha hafif konulardan bahsederken, o dönemin şartlarını ve değişimlerini de alttan alttan anlatan biri. Darcy'nin ve Bingley'nin zenginliklerinin kaynağının sadece bir cümle ile ayrılması, kontrastın kısaca ifade edilmesi hep bu incelikten. Ama tabii birçoğu için -özellikle de dönemdaşları için- Austen suya sabuna dokunmayan, "aşk-meşk, dedikodu" yazarıdır.

Peki, romanın konusu ne? O kadar lakırtıdan sonra artık biraz bilgi vermek lazım. Bir Bennet ailesi var. Romanın asıl kahramanı olan Lizzy bu ailenin beş kızından en büyük ikincisi. En büyüğü ise şirine Jane. Jane çok güzel ve herkes hakkında iyiyi düşünen, nikbinliğin dibine vurmuş, optimizmin, Polyannacılığın kitabını yazmış bir genç kız. Küçük hemşiresi Lizzy ise Jane'i insanların kusurlarını görememekle itham eden, herşeye daha eleştirel ve dolayısıyla gerçekçi bakabildiğini düşünen, "witticism" ve "sarcasm" dolu bir genç hanım. Ablası kadar güzel olmasa da o da "moderately tolerable" bulunuyor erkekler tarafından. Ailenin diğer üç kızı ise daha az önemli. Mary kendini kitaplara vermiş bir pseudo-entellektüel; kendi güvensizliğini toplumu küçümseyen bir entellektüelizm perdesinin arkasına gizliyor. Ama hiç değilse uçarı değil. Kitty ve Lydia ise ailenin en küçük, ele avuca sığmayan, ve babalarının deyimiyle en aptal, iki üyesi. Genç kızlığa adım attıkları bu zorlu günlerde akılları fikirleri erkekler ve elbiselerde. "Anasına bak kızını al" sözü uyarınca, bunca ahmağı doğuran bir de anne var ve o da en küçük iki yavrusuyla aşık atar derecede ahmak. Haydi çocukların bahanesi genç olmaları diyebilirsiniz. Ama kadının da ahmaklık için iyi bir bahanesi var: beş tane bekar kızı var ve en azından birinin çok zengin bir erkekle evlenmesi gerekiyor. Niye? Romanı okuyun da öğrenin.

Ailenin babası ise tam bir sabır küpü. Kızı Lizzy o müthiş iğneleyici mizah anlayışını babasından tevarüs etmiş. Adam böyle moron bir kadınla yirmi küsur yıl evli kalmış olmanın getirdiği birtakım yaraları taşıyor. En büyük iki kızı haricinde ailenin geri kalan üyelerini, karısı da dahil, takmıyor. Ne halleri varsa görsünler diyerek iplerini çözmüş.

Romanın diğer ana karakteri ise adıyla sanıyla Mr. Fitzwilliam Darcy. Böyle Fitz olduğuna bakmayın; ailenin gayrı-resmi çocuğu filan değil; çok zengin ve TOPRAK SAHİBİ aristokrat bir ailenin (landed aristocracy) tek oğlu, kendinden on yaş küçük bacısı Georgiana'ya anne ve babaları ebedi istirahatgâhlarına yolcu edildikten sonra hem ağabeylik hem de babalık eden, Küçük Emrah'ın upgraded versiyonu bir kardeşimiz. Hemi yakışıklı, hemi zengin, bir de pabuç kadar dil, daha bir genç kız ne ister? Yok işte öyle değil.

Romanda başka güzide karakterler de var. Mr. Collins mesela, baba Mr. Bennet ile beraber, benim favori karakterim. Tabii anne Mrs. Bennet da bir diğer sevdiğim karakter. Sonra Lady Catherine De Bourgh olsun, Mr. Wickham olsun, kötü karakter de eksik değil.

Tabii bu denli ünlü bir eser sinemaya da uğramış. Benim şahsen seyrettiğim 2005 versiyonunda Lizzy'yi kamyon çeneli Keira Knightley, Darcy'yi de Matthew Mcfadyen canlandırıyor. Jane rolünde de hakikaten dünyalar güzeli Rosamund Pike var. Gerçi Caroline Bingley rolündeki Kelly Reilly arch-nemesisi Keira'dan çok daha güzel olmuş -olmaması gerekirdi- ama olsun. Film fena değil.

Ama bir de BBC dizi uyarlamaları var. O Ekşisözlükte milletin ayıla bayıla övdüğü 1995 versiyonu mesela. Lizzy'yi böyle tombul tombul Jennifer Ehle oynuyor. Eh, fena değil. Güzel değilse de sevimli. Yakışıklı değil ama sempatik lafının kadın versiyonu. Darcy'yi Colin Firth oynuyor ki, tamam ona lafım yok, adam aslanlar gibi çıkmış oynamış. Helali var. Ama o Jane yerine şabalak bir hatunu oynatmışlar ki, felaket olmuş.

Gerçi bir de şu var: 95 BBC dizisindeki kadın karakterlerle 2005 sinema versiyonundakileri karşılaştırınca, ikincisinin hep sıfır beden kürdan kadınlardan teşekkül ettiği görülmüş. Yani Holywood yapmış yine yapacağını; kendi yarattığı estetik anlayışını iki yüzyıl öncesine bile dayatmış. Gerçeğe yakın olansa tabii ki balık etli hatunların oynadığı BBC dizisi.

Ama ben şahsen diziden öyle çok bir tat almadım. Ekşisözlük'deki klasik bir sosyal psikolojik güdülenme vak'ası olduğunu düşünüyorum. Benim için her zaman roman önce gelir.

Tercümenin bu kadar başarılı olmasının nedeni, Hamdi Koç'un orijinal iğnelemeleri ve hınzırlıkları Türkçe'ye çok başarılı bir şekilde geçirebilmesidir. Başkaları pek beğenmemiş olabilir; ben çok sevdim bu tercümeyi. Diğer versiyonları da okudum; Hamdi Koç'un tercümesinin akıcılığı diğerlerinde yok.

Kitabı internetten orijinal dilinden okumak isteyenler şuraya bakabilir.

P&P'nin bir diğer özelliği de, Anna Karenina ve Moby Dick ile beraber en ünlü açılış cümlelerinden birine sahip olmasıdır. Yazımı, bu cümle ile bitirmek istiyorum:

"It is a truth universally acknowledged, that a single man in possession of a good fortune must be in want of a wife."

Ben Bekçinin Horlayanını Severim

Senegal'deki ofisimiz Fann Mermoz Corniche Ouest diye tabir edilen bir semtte, Kordonboyu olarak nitelendirilebilecek bir bulvarın üzerinde bulunuyor. İki katlı, bahçeli bir villamız var.

Afrika'da değişmez bir kural olarak, zenginlerin, bilhassa da zengin beyazların yaşadığı villalar bekçiler tarafından korunuyor. Bekçisiz villa yok.

Bekçi dediğim ise, ayda bir avuç paraya çalıştırılan, silahsız adamlar. Senegal'de en düşük maaşlı kişiler bunlar olabilir. Çünkü iş herhangi bir nitelik gerektirmiyor. Var olmak gerekli ve yeterli tek nitelik. Öyle gürbüz, çamyarması filan gibi şartlar aranmıyor.

İşin tuhaf yanı, adamlara silah verilmediği için, hırsızlara karşı yapabilecekleri pek bir şey de yok. Eğer güçlü kuvvetliyse boğuşabilir, değilse bağırır çağırır, o kadar. Öyle Avrupa'daki gibi hırsızı görünce polise telefon edip sakince bir köşede bekleme opsiyonu da geçerli değil. Yani bu villalarda yaşayan insanların, eğer alarm gibi özel birtakım tedbirleri yoksa, işleri Allah'a havale.

İşte bizim bekçilerimiz de böyle. Nöbetleşe bekçilik yapan bekçilerimizin bir ilginç yönü de uyuyarak nöbet tutmaları. Dünya nöbetçilik literatürüne "uyurken ev korumak" metodunu kazandıran bekçilerimiz, ofis binasının kapısının önünde (zincirleme isim tamlamasına gel!) yatıp uyuyarak emniyetimizi sağlıyorlar.

Yattıkları yer de benim odamın tam altı. Ben zemin katta değil, birinci katta kalıyorum ama penceremin altında bir bekçinin uyuyor olması bana nasıl bir güven, nasıl bir huzur veriyor bilemezsiniz. Çünkü, bu hayatta hiçbir şey, uyuyan bir bekçi kadar hırsızları çeldirici olamaz.
Eskiden Galyalılar boş yere Romalılar'a karşı uyuyan kazları bekçi yapmamış. İnsanın uyuyanı bekçi olur da kazınki olmaz mı?

Demek ki, iyi bir bekçi olmanın ilk şartı, iyi uyuyabilmek. Ne kadar derin uyursa bir insan, o kadar başarılı bir bekçi olur. İyi uykunun bir diğer bileşeni de horlamak. Horlayan bir insan sadece iyi ve derin bir uyku uyumuyordur. Aynı zamanda uykudan keyif, hatta zevk alıyordur.

Horlamanın bir bonusu, hırlıya hırsıza, uğursuza "burada iyi bir bekçi uyuyor" dedirtmesi, yedi düvele korku salmasıdır. Horultuyu duyan hırsız, o evin iyi korunduğunu anlayacak, başka evlere yönelecektir.

Gerçi bunun bir üst "level"'ı da uyurgezer bekçi. Yani uyurgezer bekçiniz varsa, emin olabilirsiniz ki, adam bir yandan uyuyarak bekçiliğin en temel görevini eda edecek, bir yandan da uyurken gezerek bahçenin her bir köşesini kolaçan edecek. Tabii, hem horlayan hem de uyurgezer olması bir bekçi için crème de la crème bir durumdur. Bekçiler kralıdır o bekçi. Gözünüz kapalı, koca memleketi bile emanet edebilirsiniz.

Bizim bekçiler maalesef o kadar elit değil. Seyyar değiller; uyurken sabit duruyorlar şimdilik. Ama en tecrübelileri esaslı horluyor. Bilmeyen biri kolaylıkla aslan kükremesi sanabilir. Zaten bizim ofisin Dakar'da "Aslanlı Ev" diye bilinmesinin nedeni de bu. Benim pencerenin altında uyuduğu için genelde o uyurken ben uyuyamıyorum horultusundan. Yani insanı böyle gece ayakta tutma gibi bir fonksiyonu da var.

Diğerleri daha genç ve toy oldukları için o kadar gürültülü horlayamıyorlar. Yavaş yavaş olacak inşallah. Roma bir günde kurulmadı, Dünya bile 6 günde yaratıldı. Bu işler emek ister, tecrübe ister.

Tabii günlerinin tamamını uyuyarak, yani "teyakkuz" halinde geçirmiyorlar. Arasıra, böyle dinlenmek icab ettiği zaman çekirdek çitiyor, yer fıstığı yiyorlar. Bu aktiviteler asla ama asla tek başına gerçekleştirilmiyor; mutlaka komşu villaların bekçileriyle sosyalleşme vesilesi haline getiriliyor. Aynı zamanda bir nevi Milli Güvenlik Kurulu toplantısı niteliğini taşıyan bu faaliyetlerde iç ve dış tehdit kavramları üzerine mütâlâda bulunan bekçiler, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu zorlu günlerde alınması gereken asayiş tedbirleri hakkında fikir teatisinde bulunuyorlar. Böylece, dahili ve harici bedhâhlara da gözdağı verilmiş olunuyor.

Hasılı, bekçilik kolay iş değil.

29 Nisan 2010 Perşembe

Afrika Rönesansı. Yersen.

Senegal, tüm fakir ülkeler gibi, halk fakir yaşarken, zaten kısıtlı olan imkanlarını çarçur eden bir ülke.

Dakar'ın ve dolayısıyla Afrika kıtasının en batı noktası olan noktada Afrika Rönesansı adlı bir heykel yaptırıldı. Nisan ayı başında da açılışı oldu.


20 küsur milyon dolara patlayan bu "eser" tam bir para israfı. Millet hakikaten çöpten yiyecek toplarken böylesine akıllara seza bir işe kalkışmak az görülür.

Heykelin sanat değeri meselesi var ki, Stalinisk ve olabildiğince grotesk bir şekilde yapılmış olan bu heykelden daha kitsch bir eser daha düşünemiyorum. Ancak ve ancak o meşhur "Ağlayan Çocuk" portresini devasa boyutlarda büyütüp Dakar meydanına assalar bu lezzeti, bu kitsch seviyeyi yakalayabilirlerdi. "Ağlayan Çocuk" da ne prim yaptı Türkiye'de ama... Minibüslerin arka camlarında, über-bilimsel Sızıntı dergisinin ilk kapağında, dersane duvarlarında... Biz kitsch sanattan hoşlanıyotuz arkadaş.

Demek ki, getirsek bu Rönesans heykelini Ulus Meydanı'nın göbeğine değil de göbeğindeki heykelin karşısına diksek hiç sırıtmayacak. Millet bakıp bakıp "vay yavrum, seni ağlatan eller kırılsın!" filan deyip "hisli duygularla" empati kuracak. Senegal halkının/devletinin önlenemez kitsch sevgisiyle empati kuruyoruz. Bakınız, bizim de kendi nurtopu gibi Rushmoreımtrak kitsch'imiz olmuş bile:


Her neyse, Senegal'e dönelim. Tabii, deli deliyi tekkede, hacı hacıyı Mekke'de bulurmuş misali, bu avant-garde abideyi inşa etme işi Kuzey Kore'ye tevdi edilmiş. Kim İl Sung ve onun sadık evladı ve elçisi Kim Jong İl için devasa abideleri büyük bir zevkle ve iştiyakla haldır huldur yapmakta olan bu devlet için, "Afrika Rönesansı" çerez kalırdı. Kaldı da nitekim. Abidenin bitiminin ardından artan malzemeyle her biri yumruk kadar yumruk kadar miniminnacık "Afrika Rönesansı" heykelleri üretip spot piyasaya sürmeyi planlıyorlarmış. "Herkes bir tane alsa bir Euro'dan, 13 milyon heykel satarız; o da 13 milyon Euro yapar, yol masrafını çıkarırız" diye hesap kitap yapan Koreli kaynıyor ortalık.

Gerçi ben o abideyi layıkıyla yapacak başka bir ülke daha biliyorum, şöyle seri üretim heykel imal etmek suretiyle sanatta Fordizm tadı yakalamayı başarmış, "tükürürüm böyle sanatın içine!" diye sanata gönül veren yiğitleri bağrından çıkarmış, başkentinin her köşesine keçi heykeli dikecek kadar plastik sanatlar meftunu, müzelerdeki antik heykellerin cinsel organına sünnet operasyonu düzenleyecek kadar sanat sevdalısı gençleri barındıran bir ülke var. Hem böyle heykel tandansı var bu ülkede, hem de "dünyanın en büyük x'ini yapacağız." diyecek kadar büyüklük merakı. Hem bunlar o yumruk büyüklüğündeki heykelleri kendi memleketlerinde de devlet dairelerine koyar, kendi vatandaşına da satardı. Üstelik o heykellerin malzemesinden de çalar, içine deniz kumu koyardı. Afrika Rönesansı heykelinin alnında deniz kabuğu.... Neyse, fırsat kaçmış sayılmaz. Senegal kaçtıysa Venezuela var. Kitsch-perver diktatör biter mi dünyada!

Konu yine dağıldı. Heykel sanat bakımından facia. Ama bir de işin absürd bir yanı var. Yani şimdiye kadarki kısmından daha absürd bir durum mevcut:

Abideyi çizen, tasarlayan kişi Senegal'in mevcut cumbabası. Hazret-i şahaneleri sanattan anlıyor. Heykelin turistleri çekeceğini ve kısa sürede kendini amorti edeceğini söyleyerek ekonomi ve turizmden de aynı ölçüde anladığını, bu işin piri olduğunu da ispatladı.

Bitmedi. En güzeli de şu: bu zat, şimdi abidenin fikir babası ve mimarı olması hasebiyle yüzde otuz beş telif ücreti istiyor.

İşte Afrika Rönesansı böyle. Albert Speer bunları görse gözleri nemlenirdi.

Senegal mi?

Senegal'de dört aydır bulunuyorum ve inşallah temmuz başında Ankara'ya dönüyorum. Normal şartlar altında Ankara'ya dönecek olmaktan dolayı mutluluk duyacak tıynette bir insan değilim. Ankara'dan tiksiniyorum. Ama Türkiye'yi de özledim.

Senegal'de görevim gereği genelde başkent Dakar'da bulunuyorum.

Bu arada, Türkmence'de (Türkmenistan'da konuşulan dil) Kuzey Afrika'ya Demirgazyk Afrika dendiğini biliyor muydunuz? Neden demirkazık? Neden?

Konumuza dönersek, Senegal, Batı Afrika'da bulunan bir devlet. Eski bir Fransız kolonisi. Resmi dilleri Wolof dili ve Fransızca. Kolonizasyonun en bariz zararlarını yaşamış, darbelerini yemiş bir ülke. Haritaya bakarsanız nedenini anlarsınız. Ülkenin tam ortasında, sanki bir cerrah ameliyatta neşter vurup da boydan boya kesmiş gibi ülkenin ikiye ayrıldığını, Gambiya nehri boyunca daracık bir şeridin Gambiya adı altında başka bir devlete ait olduğunu göreceksiniz.

http://eo.wikipedia.org/wiki/Senegalo adresindeki haritaya bakınız.

Çünkü Gambiya'yı Britanya, Senegal'i de Fransa kolonileştirmiş. Post-koloni dönemde de bu sınırlar milli sınırlara dönüşmüş.

Ülkenin nüfusu 13 milyon. Yaklaşık 4 milyon insan başkent Dakar'da yaşıyor. Dakar aynı zamanda Afrika kıtasının en batı noktası. O kadar batıda ki, İrlanda buranın doğusunda kalıyor. İzlanda ile meridyen kardeşliği yapıyor.

Eh, bir de güneyde olunca, kaçınılmaz olarak, iklim tropikal oluyor. Ama öyle yılın tamamı yağmurlu, "Domates, Biber, Patlıcan" şarkısının klibindeki gibi bir tropikal değil. Musonsu tropikal. Yılın 9 ayı yağmur yok. Sonraki üç ay şakır şakır. Hava 40 dereceyi nadiren geçiyor; 15 derecenin altına hiç inmiyor. 15 derecede Senegalliler donup ölüyor "soğuktan".

Atlas Okyanusu kıyısında; karşı sahil Guatemala ve Meksika'nın güneyi oluyor.

Trafik berbat; yol az ve dar; trafik kurallarına uyan yok. Dakar dışına çıkmak işkence. Hele hele Rufisque (Rüfisk) diye bir yer var ki, ben diyim Maslak, siz diyin köprü trafiği. 20 kilometrelik yolu üç saatte gitmişliğimiz var.

Dakar'ın her tarafında şahin ve akbaba bulunuyor. Ayrıca kertenkele de çok.

Dakar'a THY haftada üç defa uçuyor. Eskiden Sao Paulo uçakları burada aktarma yapardı. Şimdi o hattı ayırdılar; Brezilya'ya doğrudan uçuş koydular.

Senegal fakir bir ülke ve bunu her an hissedebiliyorsunuz. Fakirlikle zenginlik dip dibe. En zengin semtte, Corniche'in bir arka sokağında pahalı bir villanın yanında tahta barakalarda insanlar 7 kişi 12 metrekarelik yerde yaşamaya çalışıyorlar. Çoğu insan et yüzü göremiyor; komşusu zengin ise villanın bahçesinde koyun besliyor. Her taraf muz ağacı dolu; yıl boyu meyve veriyor. ama insanlar muz alacak paraya sahip değil.

Yine de bu olumsuzluklara rağmen Senegal iç savaş ve darbe yaşamamış bir ülke. 1960'ta bağımsız olmuş. Türkiye bile o tarihten bu yana iki darbe ve üç muhtıra görmüşken Senegal'in bunları yaşamamış olması takdir edilesi bir durum. Şiddet olayları ülkede çok az. Zaten insanlar gayet sakin ve barış yanlısı.

Senegal'in bütün komşuları ise, tam tersine iç savaş, darbe, yoğun şiddet olayları gibi türlü beladan başını alamamış ülkeler. Mali, Moritanya, Gambiya, Gine Bissau, Gine Conakry komşuları.

Ama bana insanların dediği şu: Senegal'de pirinç arzını iki hafta durdur, şiddetin alasını gör. "Take but rice away, and hark what discord follows."

Burada birçok Avrupalı yaşıyor. Yardım kuruluşu kaynıyor Dakar. Kore, Amerika, Kanada, Japonya.... Tabii bir de Çinliler var. 1000 kadar Çinli bulunuyor. Her taraf Çin malı dolu.


Kimdir?

Kimim?

Adım Ahmet. Bu nedenle ailede Ahmedigo olarak bilinirim.

Şu an Senegal'de bulunuyorum. Temmuz 2010'da Türkiye'ye dönmeyi umuyorum.

Kamu görevlisiyim. Yani bildiğimiz memur. Devlet memuru.

Kendi çapında gayet slalomlu ve tuhaf bir hayat hikayem var. Kayseri'nin soğuk bir kış gecesinde (belki de sabahı; tam emin değilim) başlayan hayatımda bir yığın sağa sola dönüş yaşadım. Benim tarzım bu demek ki. Düz yolda yürüyemeyip illa yalpalayanlar klübü fahri saymanı.

Çok da birşey yazmak istemiyorum çünkü devlet memuruyuz, tırsıyorum ince ince.

Yaşım şimdilik 31. Boyum yıllardır aynı. Kilom dar bir bantta oynuyor. Saçlarım şimdilik dökülmüyor. Dişlerim de dökülmedi henüz.

Senegal'de devlet görevlisi olarak ocak-temmuz 2010 tarihleri arasında görev yapmak amacıyla bulunuyorum.

Bekarım. (Bu alan ileride editlenmek üzere bilerek boş bırakılmıştır)

İleride bloga İspanyolca yazılarımı da ekleyeceğim. Tabii önce İspanyolca öğrenmem gerekiyor. Çünkü hiç bilmiyorum. Onu öğrenene kadar İngilizce üç beş birşey yazıp hem tanınırlığımı artırmak, hem de ara sıra edebi alıntılar yapacak olduğumda orijinal dilden iktibas etme kolaylığını yaşamak istiyorum.

İmla kurallarına önem veririm. Burada "dahi" anlamındaki "de"ler ayrı yazılacak. Soru eki olan "mi" de. Özensiz yazılması beni rahatsız eder. Zarf da mazruf da benim için aynı derecede önemli.

Hayvansever bir insanım. Tavşandan tutun, suaygırına kadar geniş bir spektrumda yer alan çoğu hayvanı sever, sayarım. Ama hepsini değil. Fare ve hamamböceğini sevmem mesela. Kedileri köpeklere tercih ederim.

Edebiyatsever olduğumu da söyleyebilirim. Genelde Türk edebiyatını pek takip etmiyorum. İngiliz edebiyatı daha çok hoşuma gidiyor. Austen, Blake vs.

En sevdiğim romanlar ise, Pride and Prejudice ve Tristram Shandy. Bunları çok sevmemin nedeni, sanırım kendimden bayağı birşeyler bulmam. Mr. Bennet ve Lizzy Bennet'ta kendini en bariz şekilde gösteren o sarkastik tarz bende de bolca var. Aptalca veya ahmakça bulduğum şeyler beni kışkırtır. İğneleyici bir mizah anlayışına sahip olduğumu düşünüyorum. Ve Mr. Shandy gibi konuyu açtıktan sonra bir türlü sonunu getiremem; hatta genelde konunun açılışı konudan sapmanın ilk yaşandığı yerdir.

Çekirdek çitmekten hoşlanırım.


Ne alaka?


Thieboudienne, ya da Wolof dilindeki yazılışı ile thiéboudienne, Senegal'in bir bakıma milli yemeği sayılabilecek olan, pirinç, balık ve çeşitli sebzelerden oluşan bir yemektir. Türkçe telaffuzu çebucen şeklinde oluyor.

İçinde balık olarak genelde çupra ve diğer yerel balıklar bulunur. Sanırım hali vakti yerinde olanlar lagos balığını da kullanıyorlar.

Sebze olarak ise, Senegal'de bolca bulunan manyok ve tatlı patatese ilave olarak, patlıcan, balkabağı, turp, lahana ve havuç kullanılıyor.

Üzerine demirhindi sosu koyularak servis edilen bu yemeği şu an 28 Nisan 2010 itibariyle bulunduğum Senegal'de müteaddid defa yedim; her seferinde de çok lezzetli buldum.

Fotoğrafını da sağda görebilirsiniz bu güzide yemeğin. Tabağın sağ köşesindeki köfte benzeri cisimler demirhindi.

Peki, blogun adı neden "thieboudienne"?

Önce bloga "ahmedigo" adını vermeyi düşünüyordum. Bu, bizim yakın aile çevresinde bana layık görülen bir addır, bir "term of endearment"tır. Bu blogu özel yapmak istediğim için böylesine özel bir adı kullanmayı istemiştim.

Heyhat! Kader ağlarını farklı şekilde örmüştü benden habersiz. Ahmedigo adı çoktan kapılmıştı. Düşününce, bunun İspanyolca bir ada benzediğini farkettim. Olabilir, ortamda İspanyolca konuşan, bilen çok adam var. Biri değilse öbürü mutlaka kapmıştır.

Sonra, alternatif olarak "humbaba" adını düşündüm. Bunun ailemle filan hiç alakası yok. Gılgamış destanındaki karakterlerden biri. Kulağıma hoş gelen bir isim. Fakat bu ad da kapılmış.

Ben de "ahmedigo77", "humbaba-ahmedigo" filan gibi saçma isimlerdense, bana birşey ifade eden bir isimde karar kıldım. Ve şu an bulunduğum Senegal'i bana hatırlatacak bir isim olan "thieboudienne"de karar kıldım.

Bu blogda her ne kadar Senegal'den bahsedeceksem de, tamamen Senegal olmayacak. Her türlü konudan bahsedebilirim. Aklıma eseni yazmak niyetiyle yola çıktım.