2 Mayıs 2010 Pazar

Bak Allah'ın İşine Yahu!



Fotoğrafta görülen şey, Amerikalılar'ın Cashew nuts, Türkler'in Kaju, Fransızlar'ın ise Noix de Cajou dedikleri fıstık cinsi.

Bu nasıl fıstık diyebilirsiniz. Çekinmeden diyin; ben de öyle dedim çünkü. İnsanlarda böyle psikolojik bir durum var. Yanlış yaparım, millet bana güler, cahil derler gibi düşüncelerle kendi kendimiz üzerinde sosyal bir baskı oluşturuyoruz. Bunları aşmak lazım. Bana bunlarla gelmeyin.

Koordinatörümüz Mehmet Bey, Senegal'in güneyindeki Casamance (Kazamans) bölgesine gitmişti. Bu bölge güneyde Gine Bisau, kuzeyde ise Gambiya ile sınırdaş. Gine Bisau dünyanın en önemli kaju üreticilerinden birisi; en büyük ihraç kalemi kaju. Coğrafi yakınlık sebebiyle bu Casamance'da da bir miktar kaju yetiştiriliyor.

İşte bu seyahat dönüşü, Mehmet Bey bize biraz kaju getirmiş. Ben bunu görünce tropik bir meyve sandım. Aslında meyve olmasına meyve; ağaçta yetişiyor. Altındaki etli meyveyle dal arasında kaju bulunuyor. Sert bir kabuğa sahip. Kabuk kırılıyor ve birtakım işlemlerden geçirildikten sonra piyasaya sunuluyor.

Kaju çok pahalı bir fıstık türü. Bunun nedenini fotoğraftan çıkarmak mümkün. Her meyve sadece bir adet kaju üretiyor. Ayrıca bu mübarek yer fıstığı gibi yerde değil, ağaçta büyüyor. Gerçi bunun astronomik fiyatla bir alakası var mı bilmiyorum. Ama serbest çağrışımla düşünürsek, yer altından geçirilen telefon ve elektrik kabloları yerüstünden geçirilenlere göre daha az masraf çıkarıyor.

Meyve yenebiliyor. Dibindeki kısmı ısırıp atıyorsunuz. Bıçakla kesip atmaya kalkışırsanız monşer olarak nitelendirilme riskiyle, ve bununla beraber gelen etiket ve utancı ömür boyu taşıma tehlikesiyle başbaşa kalırsınız mazaallah. Karpuzu da ısıra ısıra yemiyor muyuz? Hamam dilimi karpuz yerken üzerine damlatmaktan büyük bir keyif var mı şu hayatta? İşte kaju meyvesinin tadı da dibini ısırarak atmaktan geliyor.

Sonra da, meyveyi ağzınıza atıp yemiyorsunuz. Kabuğu kalın. O dipte açtığınız delikten hüpletiyorsunuz ve monşerliğin son alamet-i farikasına da elveda diyorsunuz.

Gine Bisau bu meyveyi çokça üretiyor ama büyük oranda işlenmemiş olarak Hindistan'a satıyor. Hindistan bunları alıyor, kendi ülkesinde işliyor ve dünya piyasasına sürüyor. Herkes de bunu Hint kajusu diye biliyor. Hindistan da dünyanın en büyük kaju üreticilerinden olduğu için, bu operasyonla dünya kaju piyasasını elinde bulunduruyor. Gine Bisau'dan ölmüş eşek fiyatına aldıkları işlenmemiş kajuları işleyip -büyük bir katma değer yaratıp yani- piyasaya sürünce kat kat para kazanıyorlar.

Vakti zamanında Britanya tarafından sömürülen bir memleketin gün olup devran değişince sömürgecilik merdivenlerini nasıl da hızlı tırmandığını, en alt basamakta yine zavallı Afrikalı'nın bulunduğunu görmek çok can sıkıcı. Dünyada en büyük kötülüğü, vaktiyle kötülüğe uğramışların yaptığı bir vakıadır.

Allah uzun ömür versin, Halil Berktay derste bize William Auden'ın müthiş bir şiirini okumuştu. Filistinliler'e İsrail'in reva gördüğü zulmü sorduğumuzda bu şiiri okumuştu. Başından sonuna muhteşem bir eser olan bu şiir sadece bir iki mısraya indirgenmemelidir ama çok çarpıcı bu mısraları, konuyla ilgili oldukları için, yazıyorum. "Tam yerine rast geldi, manzara koyduk" hesabı:

"I and the public know,
What schoolchildren learn.
Those to whom evil is done,
Do evil in return."

Konuya geri dönersek, kaju fıstığını alıp envai çeşit sömürübazlıklar icra eden Hindistan ayrıca bu fıstığın kabuğundan da uçak boyasında kullanılan bir madde elde ediyormuş.

İlginç bir not olarak, Gine Bisau'da bu kaju plantasyonlarının en kallavisine sahip olan şahıs -galiba Lopez idi adamın soyadı- fahri Türk büyükelçiliği görevini de deruhte ediyor.

Gine Bisau dediğin memleket niye böyle Mehmet Şahin gibi adam ismine benziyor diye soracak olursanız; Afrika'da birbirine bitişik iki tane Gine bulunuyor. Muhtelif Gine'ler başka coğrafyalarda da mevcut. Yani bu Gine adı çok bereketli. Allah'a şükür, toprağa diksen, on yılda durduk yerde çoğalıyor, başka başka Gineler tomurcuklanıyor. Bir de aynı kafadan Guyana var ki, o apayrı bir derya.

Dünyanın belli başlı Gineler'i şöyle: Gine Bisau, Gine, Ekvator Ginesi, Papua Yeni Gine. Bunlardan Papua Afrika'da değil, Avustralya'nın hemen kuzeyinde bulunuyor. Diğerleri Afrika'da. Gine Bisau ile Gine bir de komşu. Hani şu Atatürk'ün Kemal ismini aldığı meşhur menkıbede öğretmen buyurur ya "bundan kelli senin adın Mustafa Kemal olsun!", işte onun gibi, büyük Gine çıkıp alicenaplık örneği göstererek, yavru Gine'ye -ileride realiteye dökeceğine inandığı büyük potansiyele hürmeten- "Sen de Gine, ben de Gine. Bundan böyle senin adın Gine Bisau olsun!" şeklinde buyurmuş.

Aslında Bissau diye yazılan bu isim, ülkenin başkentine ait. Yani, Gineler'den Bissau başkentine sahip olanı demek isteniyor. Zaten, coğrafi olarak daha büyük olan Gine'ye de yine karışmaması için yine başkentine referansla Gine Conakry diyorlar.

Peki, bu davulumbazlar neden birleşmeyi akıl edememişler? Biri de çıkıp "ulan ikimizin de adı Gine, dilimiz bir, dinimiz bir, nedir bu ayrılık gayrılık!" dememiş. Çünkü kazın ayağı öyle değil.

Bir defa Gine Bisau'yu Portekiz, Conakry'yi ise Fransa kolonize etmiş. Kolonyal sınırlar bağımsızlık sonrasında milli sınırlara dönüşüvermiş. Tıpkı Senegal ve Gambiya örneğinde olduğu gibi. Kolonyal sınırlar demek, her bir ülkenin ayrı resmi dili olması, ayrı bir muz cumhuriyeti hüviyetine sahip olması demek. Zaten zamanında Senegal ile Gambiya birleşerek Senegambiya adı altında bir devlet oluşturmaya çalışmışlar ama olmamış, olduramamışlar. Gerçi böylesine yaratıcılık kokan bir isimle başarıya ulaşamamış olmalarının da hayırlı bir yanı var. Bizim belediye başkanları -Melih Gökçek başta olmak üzere- bu adlandırma yaratıcılığından çokça nasiplenmişler. Ankaray, Kayseray vs.

Muz cumhuriyeti diye, tek bir zirai ürünün ihracatına dayalı bir ekonomiye sahip, ufak, kolonileşme sonrası bağımsız olmuş devletlere deniyor. Misal Kosta Rika gibi Latin Amerika devletlerinde muz ülkenin en büyük ihraç kaynağı. Gine Bisau'da da muz yerine kaju var. Gine Conakry'nin daha geniş bir ihraç ürün yelpazesi var: boksit, petrol, muz vs.

Bir ülkenin tek bir cash crop'a bağlı bir ekonomiye sahip olması feci bir durum. O ürünün fiyatına endeksli bir ekonominiz ve siyasetiniz var demektir. Muz fiyatlarıyla coşan, muz fiyatlarıyla hüzünlenen bir ekonomiden kime ne hayır gelir?

Tahmin edersiniz ki, bu cins ülkelerde yabancı parmağı, darbeperver generaller, kuraklıkta telef olan insanlar gibi tv'lerde görüp üzüldüğümüz manzaralar eksik olmaz. Özellikle de, yediğiniz ithal muzların markalarına dikkat buyurunuz. Dole filan gibi az sayıda güçlü şirket, bu ufacık devletleri parmaklarında oynatıp madara ediyor, halklarını sömürüyor. Sömürü merdiveninin ara basamaklarında da sömürülen ülkenin siyasetçi ve bürokratları, ve az sayıda yerli burjuva (komprador burjuvazi) bulunuyor.

Bu yazı böyle emeğin sömürülmesi, komprador burjuvazi filan derken fazla sosyalist bir tonda oldu. Bunu dünkü 1 Mayıs'a veriyorum. Bünyede biraz tortusu kaldı bir gün sonrasında bile.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder